4 Ekim 2012 Perşembe

HEP'İN HİÇLİĞİNDE, HİÇ BİRİNİN HEPSİ

İyi değilim. İyi değilsin. İyi değil. Aslında hiç bir şeyin tam olarak iyi olamadıgı bir kainatta, 'iyi' olduğunu iddia etmek çok da normal değil. Değilsin . Değilim. Aslında, kötü de degilim. Değilsin. Kötü degil. Açıkçası 'kötü'; hiç bir varlığı tam olarak saran bir kavram da değil. Kötü ya o. Hep bir noktada açığını verir. Ortada yaşıyoruz hayatı. Biraz ondan biraz bundan . Hem her şey olabilmek bir yerlerde, o yerler her yerde. Hem de hiçliğin tadına varmak en acı. Belki tuzlu. Ama yakan. Hem hiç bir yerde hem de her yerde. Bir elmanın iki yarısı birbirine ne kadar uzaksa o kadar tezat işte, hep ve hiç. Var ve yok. Hani demiş ya üstad. Olmak ya da olmamak. İşte aslında öyle değil bütün mesele. İşin özü olmakta bir olmamakta. Ah, belki de değil. Meçhule gem vuramazsın ki. Azar. Kızar. Karıştırır kafanı. Yazdıkça bulur gibiyim kendimi ve her şeyi. Hiç bir şeyi bulamasamda hiçliğin varlıgı bile rahatlatıyor beni. Yokluk da bir varlık değimiydi sonuçta. Hastayım. Hastasın. Hasta. Bir çok şey önerdiler sonra iyi olmak adına. Bir karar verdik biz, hepimiz ve hiç birimiz; heplik ve hiçlik. Ne kadar mantıklı bilmiyoruz. Mantık; bir yerlerde bize ırak, hiç bir yerde içimizde. İşte sadece o kadar uzak. Aslında biz nerdeyiz onu da bilmiyoruz.  Ama bir daha yazamayacaksak, iyi olmak istemiyoruz.

24 Ağustos 2012 Cuma

THE 'SİSTEM'

Günaydın. Ahlâkın ve insanlığın değil de egoların ve popülaritenin ya da her şeyi bildiğini iddia ederek incir çekirdeğini doldurmayacak mevzularda sidik yarıştıracak zamanı kendine hak gören ama aslında çıktığı o rahmin yırtıldığı günden beri içindeki tek bir boşluğu nasıl dolduracağını hayatı boyunca bilemeyen ve ne acı ki bu şekilde bir hiç uğruna yaşayarak ölen; yine de evrensel ahlâk yasaları denen saçmalık müsvettelerinin inatla ortaya attığı paradigmalar neticesinde seni beni köleye çeviren bu sistemde, o aptal alt tabakadan üst tabakaya egoları uğruna çıkma gafletine düşen ve uğruna modern kölelik dediğimiz kavramda tabiri caizse kendini satan bir zihniyetin içinde kaybolmadan, ettiği kelâmın değerini her daim muhafaza edebilen insanlara rastlamak artık neredeyse standart imkan sınırlarının altında. Farkındayım. Bu toplumun insancıklarından biri olarak egomu şişirme gafletine düşecek olursam; "Yâ okur dinle!" Evet, kullandığım emir kipiyle yeterince şiştim af buyur. Böyleyiz çünkü. Her yerde, her zaman. Ama sen kabul etmezsin. Çünkü biz sefil insanoğulları, devasa zekâlarımızın hakkını verip koyun sürüsü haline gelmeden, mantık üzerine kronik bir staj yaptığımız için; kulaktan dolma referanslarımıza duyduğumuz anlamsız güvenle bilgeliğimizin şanını her türlü muhabbette paylaşmaktan tuhaf hazlar duyan ve ne yazık ki bu yalana kendimizi bile inandırmayı başaran üstün zekalı tipler olarak, başkalarının sözlerine (bizi yalanlamasa dahi) kulak vermekten aciz varlıklarız. İşte biz buyuz. Ama hayır. Saçma sapan menfaatler uğruna kendi tahtına başkalarını oturtuyorsan alaşağı edilmeyi, inançlarına çıkarılan dillerin salyalarını silme yalakalığından psikopatça bir haz duyuyorsan afaroz edilmeyi dibine kadar haketmişsin arkadaş, kusura bakma. Ona buna terör estirmektense kendi hayatımızın şahı olmayı becerebilseydik zaten biz insancıklar, her şeyin daha farklı olmayacağı duyup duyabileceğin en büyük saçmalık. Silkelen ve kendine gel. Sen, kendinde güzelsin. *** ''Dünyanın en eski mesleği 'kendini satmaktır'.Bunu 'fahişelikle' karıştırmakta bir o kadar eski bir yanılgıdır.'' Albus Camus Paranın ve şöhretin kazanılması mutlak surette gerek hayat değerleri olduğuna inandırıldığım çağlarda yüzüme çarpan bir tokatla sarsılmıştım. Ben bu cümleyi Camus' nun tokadı diye adlandırmıştım. Bedenlerimizi, ruhlarımızı, vaktimizi ve sağlığımızı pazarladığımız bir gezegende başımızdaki sanal silahları görmemek için gözlerimizi satıyoruz. Çünkü para lazım. Çok para. Merhaba sanal kölelik. Köleliğin fiziksel olarak uygulandığı dönemlerde; kölelerin, hayatları uğruna özgürlük tecavüzlerine göz yumarlarken, sanal köleliğin yaptırım gücünün yalnızca "tabakalaşma" olduğu gerçeği... Merhaba gönüllü kölelik. Benim bildiğim yürektedir özgürlük. Dört duvar arasında da özgür olabilirdi belki insan? Dört duvar hep bir yerlerde vardı. Belkilerle yetinemeyecek hevesli tartışmalarımız soru işaretlerini aklardı belki; yüreklerimizin üzerinde siyah şeritli barkodlara yer kalmasaydı. Sen kölesin, ben köleyim , onlar köle... 'Sistem' adını verdiğimiz bir şeytan üçgeninin içinde barınmaya çalışan biz insancıkların kırbacını elinde tutan hastalıklı ruha sahip birkaç adam, insanın yaradılıştan fıtratında bulunan "nefsinin doyumsuzluk tarafı" na fazlasıyla yenik düşmüşler ve daha fazlası daha fazlası derken insanlara takmışlar kafayı. Onların hayatlarına. Ne yapalım diye düşünürlerken Sistem'i yavaş yavaş kurmuşlar işte. 'The Sims' diye bir oyun vardı bir aralar, oynardık küçükken, 90' ların çocuğuyuz biz. İnsanları yönetiyorsun. Ne giyindiklerinden kiminle ilişkiye gireceklerine, televizyonda ne izleyeceklerinden nereye gideceklerine kadar her şeye sen karar veriyorsun. İster aç bırak, ister uyut, istersen uyandır. Yaşatmak ve öldürmek dahi senin elinde. Bildin mi? He işte bu sistem canlı bir 'The Sims' olmalıydı. Düşünsene... 'The Sistem.' Velhasılkelam bu psikopatlar, insanlığın kumandasını aramaya başladılar. Çünkü bizim bu psikopatlar, tanrılarının televizyon karşısında uyuyakaldığını ve kumandanın koltuğun arasına bir yere kaçmasına olanak verdiğini düşünüyorlardı (!) Lakin kumandayı bulamadılar. Kendilerine yeni bir kumanda yapmak istediler; tanrınınkinden daha üstün! Görünmeyene etki etmek istediler. Kul ve İlah arasındaki sevgiyi dahi yok edebilecek bir tuşa sahip olan bir kumanda. Ama bir şeyi atladılar. Önce kumandanın komutuna tepki verecek robotlar olmalıydı. Sistem bir karar verdi ve kendi televizyonunu yarattı. Kendi robotlarını... İzleyene sanal çipler takıldı. Ve oyun başladı... Merhaba sanal tanrı! Kapat şu televizyonu be insan! Bak, kitaplar ne güzel...