20 Mayıs 2014 Salı

İRONİLER MÜSVETTESİ

Farkettim de ne çok keşkemiz varmış. Herkesin uyuduğunu düşündüğün ve yalnızlığın nabzını tuttuğun o anlarda düşüyor insanın ruhuna hepsi. Herkes uyuyor. Keşke sen uyumuyor olsaydın şimdi. Hemşire değilim ben. Hastayım. Anlamam nabız tutmaktan. Ama çok güzel nefes alamayabilirim. Başında duramam yalnızlığımın. Ama bi sigara yakıp öksürebilirim. En fazla hasta olur benden; Kalbimin ritmini tutsa biri başımda ben ölürken, diye hayaller kuran. En fazla hasta olurdu benden. Ve bu gece, onu bile beceremiyorum işte. Tüm vitabil bulgularım stabil şimdi. Ekrandaki dümdüz çizgiye özenircesine. Aşağı - yukarı seyretmiyor. Bunu herkes görüyor, ama kimse fişi çekmiyor. Kasıtlı öldürülmeye de uzağım, zorla yaşatılmaya da. Sadece bakılan. Ama asla görülmeyen. İşte öyle bir müsvetteyim kitapların arasında kalmış. Biraz tozlanmış. Ama hala okunaklı. Hem Okunmaya hevessizim insanlarca, hem de atılmaya acınırcasına tutulan antik kütüphanelerde, zavallı. Düşün, tutarsızlıklarda çırpınırken, boğulmayı bile beceremeyen bu, nasıl bir çelişki? Çık dışarı bak. Kaldır başını kocaman binalara. Dik tutarken omuzlarını, Ben sizden daha büyüğüm de onlara. Sonra, sakinleş. Karşına bak. Tüm olası kombinasyonları yıktığında hayata dair, kaybolacak gökdelenler. Benim dünyamda, dolaş o kulübeler arasında. Ve bul beni. Ben, orada hastayım. Dolanıp durduğum mağarada, genzime kaçtı yalnızlığım. Öksürdüm. Ağrıdı içim. Ellerime kustum ruhumu. Bak! Artık gösteremem onu sanaa.. Neden geciktin ki bu kadar sanki? Şimdi Gel; ayrılmadan zerrelerine harflerim, bul ve oku beni. Ezanlar yükseldiğinde yüreğimden, duy beni. En güzel aşk çağırıyor selamete şimdi. Gidemiyorum ellerine almadan sen, yüreğimi. Sesleniyorum, duyuyor musun sesimi? Unutmadım seni. Bul benii.. Tüm göstergelerde yönüm yıldızların ibresi. Ben, değersiz değerimde buldum kendimi. Eski raflar arasında , kocaman bir ironiler müsvettesi.

17 Mayıs 2014 Cumartesi

BİR TAKSİ HİKAYESİ

Muazzam bir sanatçı olan Yaradan 3 şekilde konuşurmuş muazzam bir şaheser olan kullarıyla. Kuran ile, yüreğine ilham ile ve diğer kulları aracılığı ile. Şubat ayıydı aklımda yanlış kalmadıysa. Herkes gibi evime gidip sıcak bi çay içmenin hayaliyle koşturuyordum yolda. Elimi cebime attım. Son bi 5 liram vardı. Söverek yürümeye başladım hayata. Anlamsızlığın varlığına inanışımın son raddesindeydim. Beynimi kurcalayan hiç bir sorunun cevabını alamayışıma yanışımda ağzımdan dökülüverdi; "Her şeye okey de baksana! Böylesine güzelken sen, böylesine kirli dünyayı yaradışında senin gayen ne?" Kendimce verdiğim cevaplar yetmiyordu aklımdaki sualleri tatminime. Yeterince üşüdüm. Ortaköyden taksiye bindim. 3. yol ile yaradanın konuştuğuna inandım hep benimle. Ömrümde hiç görmediğim ve belki de bir daha asla göremeyeceğim o taksici muhabbet etmeye başladı benimle. Sen buna can sıkıntısı de istersen. Benim için çok daha fazlasıydı lakin. Kainatta var olan kelimelerin büyüsü olduğuna inanıyordu taksici. Her birinin mükemmel tasarlanmış ve harflerin büyük bir özenle bir araya getirilmiş anlam hazineleri olduğuna. "Hayat" dedi. "Bana ne olduğunu söyle." Şaşırmıştım. Yanıtını asla bulamadığım soruları yöneltiyordu hayat inatla bana. Oldukça yaşlıydı. Ne diyebilirdim ki? Yanıtı bildiğine emindim. Merakıma galip gelen egomun dürtüsüyle kapak gibi bir cevap arıyordum kendimce. Yanıtını deli gibi aradığım sorunun cevabını verememeye utanışımla irkilip durdum. Tanıdık geldi mi bu hal? Biz, hep aynı şeyi yaparız.. Sustum. Bir kez daha yöneltilse şimdi o soru bana, "Cevap Allah" demek geçiyor içimden; "Soru ne?" Bir süre sustum. Derin bi nefes aldım. "Ölümü beklerken, oyalanmak sadece.." Sustu. Yanıtımla tatmin olduğunu düşünerek arkama yaslandım müthiş bir egoyla. Susuşunun, kainatın sesini dinlemem için bir araç, sukunetin yegane amaç ve en büyük suale yanıt olduğunu anlayamamıştım o an. Camı açtı taksici. "Klima çalışmıyor mu?" Tebessüm etti; "Rüzgarı dinle kardeşim." Rüzgarın nesini dinleyecektim ki? Rüzgar işte. Bozulan saçlarımı kulağımın arkasına attım. Sessizliğin doruk noktasında, ortada süspansiyonları bozuk taksinin tekerleklerle çıkardığı paldır küldür sesler ve mazot kokusu vardı sadece duyu organlarımdan 2 sinin algıladığı. Sonunda kapımın önüne varmıştım. "5 lira abla." Parayı uzattım. Kapının koluna yeltendiğimde sukunetini bozdu taksici.. Hayat" dedi. Ve parçaladı özü görebilmem için bu muazzam kelimeyi. "Hayat; yaşadığımız" dedi ve devam etti.. "Hay; Yaradan, haya; güzel ahlak, -at; emir kipidir arapçada. Yaradan, hayatta güzel ahlakı emrediyor." İkinci kez şaşırdım. Aklımı mı okuyordu bu adam? "Kelimeler" dedi. Kelimeleri kurcala kızım. Böl, çarp, ekle, çıkar. 4 işlem bu hayatta, matematiğin bile 1. Sınıf olsun. Her yanıta yeter. İnan bana. " boş boş bakıyordum suratına. Haznemdeki tüm kelimeler üşütü bir anda aklıma. Habib, mesut, saadet, nezafet.. Neydi içlerindeki anlam? "Güzel yaşa" diyip vitesi 1 e taktı. İndim. Çantamdaki anahtarı ararken, ilham etmiş olduğundan olsa gerek yüreğime yaradan, anladım. Dünyayı pak yaratmış olan o, kirleten bizlerdik. Hayasını kaybetmiş, hayanın anlamını yalnız kadına yükleyerek özünden saptırmış bizler. Onun bir çocuğun başını okşamak olduğunu çoktan unutmuştuk. Dili dışarıda bir köpeğe sus vermek olduğunu. Her gün yanlarından umarsızca geçip gittiğimiz insanları gülümsemek olduğunu. Güneşin doğuşuna şükretmek olduğunu. Nu.. Nu.. Nu.. Altın kuralı unutan bizlerdik. Anahtarımı bulup eve girdim... Demlenmiş çayımı bardağa dökerek oturdum. İyi de niye vardı yeryüzünü kirleten bunca kötülük? Aslında temizken her şey yolundan sapan bizler miydik? Yoksa ezelden beri mi vardı aklımızca yarattığımız kötülük kavramı? Kabil'in döktüğü ilk kandan beri var olan, senaryonun parçası mıydı? Yoksa bu bizim uydurmamız mıydı? Böylesine güzel yaradan, neden istesindi ki kötülük kavramını yaratmamızı? Düşündüm. Bir ayet çarpıp düştü beynime; kelebeğin göremediği esaret camına aldanıp düşüşü gibi. "Biz, kötüyü iyiye imtihan olsun diye yarattık." Evet. Kötü vardı kainatta. Kötü diye bir gerçek. Arsız sorularım bitmiyordu bir türlü.. Yaradan tüm kainatın yansımasıysa; o, kötü müydü aynı zamanda? Kötü; onun dışında bir kavram olabilir miydi yoksa? Yokluk bile bir varlık değil miydi? Tanrının dışında bir şey var olabilir miydi? Aklım almıyordu. Evet dedim. Tanrı aynı zamanda kötüydü. Düşüncemi noktalamadan üzerime dökülen çay, tokadıydı sanırım yaradanın. Küfrettim önce. Ama dur o ne? Bir ilham daha yüreğime.. Ne acıydı; her secdede tekrar ettiğimiz cümlenin anlamını asla düşünmemiş olan bizlerin cehaletinin arsızlığı.. "Subhane rabbiyel ala" ; "O, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir." Nasıl böylesine büyük olabilirdi tanrı? Yetmiyordu aciz aklım. Onun dışında hiç bir şey olamaz ve dışında taşıdığı tüm kötü kavramlardan nasıl münezzeh olabilirdi? Böylesine büyük ironileri bile tutarlı kılabilecek kadar kutsal bir güç.. İşte o, yaradandı. "Anlamsız" deme! Ben anladım. Kainat anlamsız değildi. Onu anlamsızlaştıran bizlerdik. Ve hiç bir sual yanıtsız değildi. Nefsin esaretinde bizler, bulanık gözlerimizi arzu gözlükleriyle netleştirmiştik. Sonuç itibariyle; öze kör kalmıştık. Öze böylesine kör kalıp, her şeyi görebildiğini iddia eden; hatta çoğu zaman "görmediğime inanmam" hadsizliğini bilim adı altında sergileyen bizler.. Kirlettiğimiz dünyayı aklayacak olan, bizler. Hakk'ı okuyarak, hakikati düşünerek; karayı aklayacak olan bizler.. Anlamsız anlamlandırışlarımızdan kaçarak, özümüze dönerek; O'na layık olma çabasında, bir ömür tüketecek olan yine bizler.. Kalk ve bi çay demle Adem'in torunu. Ve aç camı. Anlayacaksın; yapay esinti saçlarına göre değil. Belki de dökülmeli o çay üzerine? Sen sus. Küfre düşmek hayâna göre değil. Yansın bedenin bırak. Çayın şekerinden olsun üzerindeki tek leke. İnan böyle daha temizsin.. Dön de bir bak aynaya; O gözlükler, bu gözlere göre değil, o camı açtığında. Farket. Ve bırak bozsun rüzgar saçlarını, sen böyle daha güzelsin.

15 Mayıs 2014 Perşembe

BİR GÜNLÜK BU KOMBİNASYONDA, SEN AŞKINLA BİN YAŞA!

Günlerdir muazzam bir özenle yazıp sildiğim cümlelerin uykularıma dadanmışlığının verdiği huzursuzluktan mı alıyorum cesaretimi? Yoksa bir sonra ki günün ağardığını görememe korkusundan mı aşıyorum haddimi? Karar veremiyorum.. Bunu niçin yaptığım konusunda bir fikrim olmadığı yalanına inandırmaya çalışmayacağım seni. Biliyorum çünkü; Bir gün birinin, kelimelerin arasında kaybolup paragraf başlarında kendimi bulduğum mektuplarla yüreğimin eşiğinden geçebileceğine inandırdım hep benliğimi. Ve gördüğüm hiç bir yazıyı es geçmemeye başladım. Okumaya ve yazmaya. Kendimden beklenmeyecek ölçüde, kelimelerle savaşmaya. Dizilişlerine dair emirler savurmaya, çok büyük bir ukalalıkla. Okudukça daha çok yazmak istedim. Yazdıkça, daha çok okumak.. Belki bir yerlerde duruyordur çengelli asil noktalar.. Ve paragraf sonlarında beklenen cevaplar. Okudum. Çünkü her yaşanmışlıkta bir pay vardı benimde hayatımdan,biliyordum. Ve bilmiyordum; belki birileri benden önce bulmuştu beklenen cevapları. Sonra, zaman geçti. Çok zaman. Zaman hep geçer.. Her cevap, yeni bir soru yarattı aklımdaki sana dair düşüncelerin yığıldığı, o ağzını asla düğümleyemediğim, battal boy poşette. Evet. Aklımdaki battal boy poşette sırf sana ait bi düşünce yığını var. Vardı. Ve darmadumandı. Zaptedemediğim. Kelimelerin yerlerini asla belirleyemediğim.Karakterimin düzeni, senli savruklukları toparlamama yetmiyordu ilk kez. Ne karakter ama.. Eksik kaldı konuştuklarım. Ve sustuklarım. Anlattıklarım ve asla anlatamadıklarım. Alışamam dediğim her şeye alıştım. Ve bir gece, güneş doğdu. Göz bebeklerimin içinden, irislerine yayılırcasına parlak. Anladım. Dün ya da yarın yoktu. Kainat, bir kaç asırdan ibaret değildi. Biz yanıldık. Yine. İnsanlar hep yanılır.. Bir gündü kainat. Yalnızca çok uzun bir gün.. Güneşin batması demek, günün bitmesi demek değildi. Güneşin batması demek, güneşin batması demekti. Rüyadan uyanınca yeni bir gün doğmazdı. Rüyadan uyanınca, var olan gün, bir kaç saatliğine aydınlanırdı. Zaten rüya da, hayattan kopmak değildi. Rüya, başka bir boyutta hayata devam etmekti. Bilmiyorduk. Cehaletimizi, sahte bilgeliklerle süslüyorduk aklımızca. Çünkü aklımızın egomuzla sevişebildiği anlar, hazzımızın doruklara ulaştığı o en mükemmel anlardı. Biz işte öyle bilge efendiler sanıyorduk kendimizi. Biz, işte öyle cahil kimselerdik. Gözlerimin kenarları artık beyaz değildi. "Işık, onları kör etti". Bilge efendiler, böyle söyledi. Onlar bilmiyorlardı. Ben ilk kez görüyordum gerçekten, asla var olamayacağını savunduğum gerçekleri.. Görüyordum; Küçükken kötü bir şey olduğunda aynanın karşısında koşup saçlarımın boyuna bakardım. Sonra bi iki cm altını gösterip kendime; "Bak, saçların buraya geldiğinde geçecek derdim. Zaman geçtiği için değil de, saçlarım uzadığı için geçiyorlar sanırdım. Bebeklerimin saçlarını kesip; "Nasıl olsa kökü onda, uzar" diyen bi çocuktum işte. Ya da uyumazsak hiç sabah olmaz sanırdım. Çocuktum. Saftım. Büyüdüm. Ama hep o saflıkla yazdım.. Sonra bir gün deli gibi gün doğuşunu ve yarına dönüşünü merak etmeye başladım. Geleceğe dönüşü.. Ama hep uyuyakaldım. Belki de uyumalıyım dedim. Günün doğmak için, rüyalarıma ihtiyacı vardı belkide? Hayallerimle besleniyordu o kutsal ışık belki de? Uçmalı, ve güneşe dokunup onu uyandırmalıydım. Büyüdüm ben. "Büyüdüm ve işlerin böyle yürümediğini anladım" dememi bekleme. Demeyeceğim. Çünkü işler aynen böyle yürüyordu. Büyüdüm. Ve ben her gece güneşi uyandırdım. Kendi güneşimi. Çünkü benim dünyamda, günler ve güneşler benimdi. Ve ben güneşimi uyandırmazsam, hep kendi karnlığımda kalacaktım. İşte tüm bunları artık görüyordum.. Şimdi, her şeyden vazgeçtim. Savaşmıyordum artık. Kötü bir olgu gerçekleştiğinde, beyninle savaşa girersen her zaman bedenin kaybeder çünkü. Güçsüz düşersin. Kabullenmeyi öğrendim. Kandırmayalım kendimizi. Bilmiyoruz kabullenmeyi. Beceremiyoruz. Tek bir şeyi kabul edebiliyoruz. Ölüm.. Mecburuz. İnkarı yok. "O ölmedi" diyemezsin. Öldü çünkü, görürsün. Kabul edersin. Ve acı çekersin. Ama geçer. Yıllar sonra aklına gelse, yalnızca özlem kalır geriye. Acı değil. Çünkü kabul edip doğal sürecine bırakmışsındır ölümü. Başımıza gelenlere direniyoruz. Bu yüzden yıllar sonra aklımıza da gelse kötü hatıralar, nedensiz yanıyor canımız unutsak bile. Acı çekmekten korkuyoruz. Kabul et. Ve acı çek. Cesaret, için ağlarken gülmek değildi. Bunun adı korkaklığın iki yüzlülüğüydü. Bunu herkes yapıyordu zaten. Bu yüzden bunca maskenin esareti parçalıyor benliğimizi. Anladım. Cesaret, için ağlarken, ağlamaktı. Zaten, ne biliyorduk ki? Belki de başka bir yerde başka bir zamanda rayındaydı her şey. Bilmiyorduk. Binlerce boyutun varlığını inkar edebilir misin sınırsız olan şu kainatta? Binlerce olasılık ve hepsinin yaşanma ihtimalinin varlığı. Şu an yaşamıyoruz. Ama bi yerlerde, hiç bilmediğin bir zamanda, kainatın sonsuz yansımalarından birinde, onlasın. Kainatın tüm kombinasyonlarından birinde, tüm çocuklar çikolata yiyor belki de. Ve herkes mutluluktan ölüyor. Elinden bir şey gelmiyorsa, tek yapman gereken bu kombinasyonun varlığıyla avunmak olmalı. Çünkü sen inanırsan, inancın seni ağlayan bir çocuğa çikolata uzatmaya teşfik edecektir. Ve sen, tüm çocukların çikolata yiyebilmesi için insanlığın sahiplenmesi gereken çabanın sana düşen payını çoktan sahiplenmiş olacaksın. Hey. Nereden geldik bu konuya bilmiyorum. Laf lafı açıyor işte. Velhasıl, kabullendim. Savaşmaktan da debelenmekten de vazgeçtim o boyumu geçmeyen suda. Yüzme bilip yanlış yerde yüzmeye çalışmak gibi. Vazgeçtim. Her şey sende sanıp üzerine titrediğim o çuvaldan bozma poşeti düğümleme düşüncesinden dahi. Her şey sende değildi çünkü. Her şey, bendeydi. Hepsi sizin oldu; ben, hepsi dediğim hiçliğin. Cevaplar arıyordum herkes gibi. Ve yeni sualler. Sonra bir gün doğuşunda çıkıp yürüdüm yolda. Bir gece öncesinde ettiğim duadaydı kısmetim oysa. Bir adam, tanımadığım, sorduğum soruların yanıtlarını fısıldadı ansızın kulağıma. Mutluydum. Bir hakikat daha! Ve dönerken arkama tuttu kolumdan. Bana, onla konuşmamın tesadüf olmadığını söyledi. Bunun bir nedeni olduğunu. Her şey sende sanarken, burnumun dibinde olduğunu gördüm her şeyin. Gitti. Onu yeniden bulmak istedim. Sonra bir ilham daha etti yüreğime yaradan. Onu yeniden görme düşüncesiyle, her şeyin sende olduğuna dair beslediğim inanç kardeşti. İnsanların önemi yoktu. Hakikat, senin onu aradığın koltukların altında değildi. O, seni bulmak isterse bulurdu. Hiç beklemediğin bir anda karşına çıkan yabancıyla. Su verdiğin güvercinle. Ya da başını okşadığın bir çocuğun, sen ardına dönerken kurduğu bi cümle sonunda.. Ben, ben dediğim, senden vazgeçtiğimde buldum seni. Yokken vardın sen bende. Cisminin, hiç bilmediğim yerlerde bulunuşunda.. Dedim ya vazgeçtim. Hepsi senin olsun. Ne aşkın varsa gör bensiz ve hay aşkınla bin yaşa sevgili! Bak; Sıyrıldım ülkemde, yabancı ülke vatandaşlarıyla birlikte bulunduğum metrolarda duyduğum hırsızlık uyarısı anonsunun insanlık adına duyduğum utancından. Açlıktan ağlayan çocuğun yanından kulaklıklarımızla umarsız geçişlerimizden. Hayatı zikirden ibaret çiçeği koparıp, sevgiliye uzattığımız ruhumuzu solduran zamanlardan. Sıyrıldım. Vazgeçtim işte! Vazgeçtim.. Hepsi sizin olsun. Şimdi bir tek özlem kaldı geriye aklımda; sesini beğenmediğimiz o güzel karganın imrenilecek derecede göğe kanat çırpışı tadında.. Tek bir özlem; Güneşin sudaki yansımasını görüp "Anneeee.. Güneş denize düşmüüşş!" diye koşturan çocuğun saflığının olduğu toz pembe bir hayatta; yalnızca kırık oyuncağını yenileme gayesi taşıyan "Paraa buldum kimindiirr, sahibi yoksa beniimdiiirr!" coşkusunun özlemi, çocukluktan bitme.. Ya okur! Bunca his O'na , tüm sözlerim sana.. Bir günlük bu kombinasyonda, sen aşkınla bin yaşa!..

11 Mayıs 2014 Pazar

LABİRENT

Bu hayatta bi yüzsüzlük var. Ve ben tersimi düzümü kaybettim. Ne yöne çevirsem aynı sima. Değişiyor bazen. Ama iki yüzüyle birlikte. Ve bana seçenek bırakmıyor. Sol yanıma örüyo duvarı. Ve diyo ki ya sağdan ya sağdan. Sonra içimdeki küçük adamlar dürtüyo beni. Ne duruyosun diyolar. Yıksana solundaki duvarı. Yık geç. Bi balta beliriyo sanki elimde. Hissediyorum, göremiyorum. Bilmiyolar ki kolumu kaldırcak halim yok. Durup bakmakla yetiniyorum. Ne solumu yıkıyorum ne sağıma dönüyorum. Yerimde sayıp sayıp aynı labirentte dönüyorum. Planı mı olur ağlamanın? Bu akşam eve gidip ağlıycam diyorum. Ama önce vizeleri geçmeliyim. Hesabı mı olur özlemenin? Özliycem bu gece terasta bi sigara yakıp diyorum. Ama önce evi temizlemeliyim. Sistem içinde sistem. Ben o duvarı yıkamıyorum. Sonra diyorum ki gidicem burdan. Programı mı olur kafandaki anlık esintinin? Esiyor, gidicem diyorum. Ama önce annemi öpmeliyim. Ne ağlayabiliyorum. Ne özleyebiliyorum. Ne gidebiliyorum. Labirent diyorum ya. Labirent. Ne yana dönsem, balta elimde bekliyorum.

MENZİL

Bilmiyorum, biliyorum. Ana rahminin yırtıldığı ilk günden beri, o pervasız çabayla söylenmek istenen her şey, işte sadece bu kadar. Sorma Tanrı nerede! Senin her şeyin sevgide. Sor ki sevgi kim diye. Sevgi O'nun elinde. Ara elleri nerede! O'nun eli, yüreğinde. Dön de bak yüreğine. Tanrı senin içinde. Uyandırılmanın bedeli bir kadının vücudundaki kesik, uyutulduğun o beşik için, toprağa saplanan kesik. İlle de sen diye bir kadın, bir karış toprak. Bir kesik, çift kurban uğruna bu menzilde. Öyle ya. Geçme toprak deyip de. Zira gelir de vakti, sarmadan seni uyuyamazsın. Cemali hem bin, hem birdir Hakkın. Binini görür de, o birine varamazsın. Varoluşumdan bu yana, ait olduğum eşik dizinin dibidir Tanrının. Sorma aşk ne kadar? Yok ki bi miktarı. Sen onu Sayamazsın. Ruhumun üryan kaldığı geceler ve yalnız O'na adandığı secdelerde, AŞK, işte tam da o kadar. Hadi anlat anlatabilirsen adanmışlığı! Öper alnın seccadeyi tam şakaklarından da, ruhunun avaz avaz sarhoşluğunda kesseler gerdanından, aşkı kıbleden şaşamazsın.