24 Eylül 2014 Çarşamba

HASTANE YEMEKLERİ

Aynı cümle, yerleri değişik kelimelerin. Herkesleşmek ne demek biri bana açıklar mı; hepimiz birken? Fark bir olduğumuzu kabul etmektir belki de... Biriz. Anlayanlarla aynı. Aynılıklar farklı... Ve hasta. Ruhsuz. Yine tuzsuz hastane yemekleri. Döksen de tatlanmıyor. Yemek pişerken serpilmeli. Böyle olmuyor. Dönüyor dünya. Bulanıyor midem. Bitmez mi dünyanın şarjı? Tanrının jeneratörü yaralıyor sokakları. Sokaklar hasta. Sokaklar yaşlı. Hastanın halinden hasta anlar. Yaşlının halinden yaşlı. Merhamet eden suretler, bir garip perhizdeler. Sevene de aşk olsun. Hep mi hastalıklı kalpler? Ruhumuz soğuk almış. Isınmıyor. Bu öksürmelerde dahil mi sevdalara? Ölü beyinler. Kalbimiz atıyor ama. Ne yapmalı? Doktor bey ne dersin? Umut, hala var mı? Yine de ne olur, tuzlayın şu tarhanayı.

28 Ağustos 2014 Perşembe

AKŞAM SEFASI

Bayram arifesiydi. Sonbahardı. En korktuğum oyun misket, en sevdiğim taso oynamaktı. Misketlerden korkardım çünkü bir gün büyük olanlarından birini yanlışlıkla yutmuştum ve gözüm kararırken anca çıkarmışlardı. En sevmediğim, en sinir olduğum, en eğlendiğim... Hep en' lerim vardı. Ama beni en üzen şey, bir oyun değil, kapımızın önündeki sarı pembe açmamış çiçeklere bakmaktı. Volkanlar vardı en aşağıda oturan. Babası kapıcıydı. Osman Amca. Her sabah kapıyı çıkıp bakardım suluyor mu diye. Her yeri sulardı. Suyu yetmiyor sanıp bir de ben sulardım o gidince. Ama hiç açmazlardı... O gün ayağımda anneme yalvara ağlaya aldırdığım bana iki numara büyük kırmızı papuçlarım, üzerimde aynı büyüklerin giydiklerine benzer siyah paltom vardı. Kadife. Kendimi Türkan Şoray gibi hissediyordum. Hayran olunası kirpikleri vardı. Dönemin en güzel kadınlarından. Kirpiklerinin takma olduğunu söyleyen o kıskanç koca karılar, kırmızı hayranlığıma tek damla siyah düşüremediler. İşte öyle güzeldim. Ayna karşısından ayrılmalıydım. Annemin söylediğine göre eğer çok bakarsan, aynalar çatlarmış. Çok paramız yoktu. Yeni bir ayna alamamanın korkusuyla karşısında fazla kalamıyordum. Saat 7 olmuştu. Geçti ama sonbahar başında hava kışa oranla geç karardığından sokağa çıkmak diğer çocuklar için sorun olmuyordu. Biraz da yazdan kalma alışkanlığın rahatlığı vardı sanırım. Bana yasaktı ama. Güneş batınca evde olmalıydım. Suat dışarıda top oynuyor olsa gerekti. Yeni paltom ve kırmızı papuçlarımla beni görmesini istiyordum. Çünkü bunlarla mahalledeki en güzel kız bendim gibi geliyordu. Uzunca bir yalvarıştan sonra anneme, izni kopardım. Kapının önünde oynamak şartıyla tabi. "-10 dk" dedi. Havalara uçmuştum. Zaman kavramı çocukken yoktur. Bana 3 saat gibi bir zaman dilimi gibi gelmişti. Gözlerimi sildim. Ağladığım belli olmasındı. Annem başka türlü izin vermezdi. 1.kattaydı dairemiz. Çıkıp dış demir kapıya koştum. Merdivenlerden inerken ayağım, üzerine paspas konulan demir ızgaraya takılınca uçtum. Papuçlarım ayağımdan fırlamış, paltom toza bulanmıştı. Bir de ellerimde küçük yaralar vardı. Ağlamak istiyordum çünkü canım yanıyordu. Düştüğüme mi utanayım az sonra ağlayacak olmama mı? Yerin dibine girmek istiyordum. Başımı kaldırdım. İşte onunla ilk kez orada karşılaştım.Burnumun ucunda sarı pembe çiçekler vardı. Akşam sefası.. Açmışlardı! Tam bir çiçek olmuşlardı... Etrafımı yoklamak için doğrulmaya çalıştım. Suat görmüş müydü acaba? Dizlerimin üzerinde doğrulup ellerimi yerden kaldırdım, avuçlarıma baktım. Annemin sabah yüzüne sürdüğü ve kuruyunca, aynı dolaba koyarken peynir tabağının üzerine örttüğü jelatin gibi, soyduğu o kreme benziyordu. Kurumuş haline. Ağlamaya başladım akşam sefasına bakarak. Güzellerdi. Ama ben ağlıyordum. Ellerime bakmak için tekrar başımı eğdiğimde eller 3 olmuştu. Başımı kaldırdım. Suat, bir elinde elim bir elinde papuçlarım, gülümsüyordu. Elimi tutup kaldırdı. Şaşkındım. Paltomun tozlu yerine hafifçe vurdu bir kaç kez. -"Bak. Çıkıyor. Üzülme. Hadi giy şunları. Çok güzellermiş. Bayram için mi? " Utandım. Başımı aşağı yukarı sallayıp bi; -"Hı hı..." demekle yetindim. -"Bunları daha önce gördün mü?" -"Elbette!" Az önce düşen ben değilmişim gibi kabardım, "Benim sayemde açtılar, onları suladım, ilk kez açıyorlar sarı pembe çiçekler!" Güldü. -"Onlar akşam sefası..." -"Ney ney? Sarı pembe çiçekler onlar." -"Akşam sefası onlar. Hep açarlar. İlk kez değil. Yalnız akşamları, gün batınca.. Gün doğarken tekrar kapanırlar. " Gözlerimi kocaman açmış Suat'ın yeşil gözlerine bakıyordum. Ne diyordu bu Allah aşkına? Akşam açıp sabah kapanan çiçek mi olurmuş? -"Öyle şey mi olur? Ben suladım onları. Ondan açtılar." Güm! Of tam da kafama! Ferhat top oynamayı ne zaman öğrenecekti acaba!? Arka mahallenin çocuğuydu Ferhat. Annesi öğretmendi. Ferhat'a diğer çocuklar tarafından saygı duyulurdu. Çok şey bilirdi çünkü. Zekiydi. Yine de benim de annem öğretmen olsa ben de bilirdim demekten alıkoyamıyordum kendimi. Kıskançlık mıydı bu? Amaaan ne alakası var! ... Genelde toplaşır onun mahallesine giderdi Suat'lar. Suat'ı camdan gizlice izleyememenin en büyük nedeniydi bu. Evet. En büyük düşmanım, bir mahallenin muhitiydi. -"Hahaa kafana mı geldi. Afedersin ya. Yanlışlıkl... Aaa akşam sefasıı... " Şaşırdım. O da aynı şeyi söylüyordu. Sanırım bilmeyişime sinirlendim. Gururuma dokundu. -"Akşam sefası değil! Sarı pembe çiçekler onlar!" -"Akıllıııım, rengi sarı pembe olabilir bu akşam sefası... Sabah kapanır akşam açar bunlar... Serkan beni bekleyin!!" Topunu alıp diğerlerinin yanına koştu. İnanmıştım. Onun annesi öğretmendi. Yine de şaşkındım. Ellerim aklıma geldi. Başımı eğdim. Avucuma, tam da jelatinli yere bir sarı bir pembe akşam sefası bıraktı Suat. Başımı kaldırıp baktım. Gülümsüyordu. "Sen" dedi. "Sarı da değilsin pembe de. Kırmızı gibisin." Kırmızı papuçlarım! Onlar olmadan bi hiçtim! Sol elindelerdi hala. Onlara baktığımı gördü. Ayaklarım çıplak kalmıştı. Tekrar güldü. "Sen" dedi. "Papuçların olmadan da güzelsin"...

21 Ağustos 2014 Perşembe

MEMLEKET MESELESİ

Kendimi alıyorum karşıma vakit vakit. Karşıma derken, münakaşaya girmek de değil hani gayem. Anaç bi tavır takınıyorum gözlerime. Babacan bi bakış sonra, göz bebeklerime. Gökyüzü dolduruyorum içlerine bi miktar; bi miktar umut, bi miktar neşe. Geri durmuyor lakin "bilmiyorum"lar. Hiç bilmedim ki zaten. Hep sorular. Çimdiriyorlar etimi. "Nerden geldim, nereye gidiyorum"lar. "Bu memleketin de hali ne olacak"lar. "Sabri abinin kızını everdiler mi"ler. "Aşağı mahalledeki bakkalın çırağını yine mi hırpalamış hoppa Semra'nın abisi"ler. Nerden duymuş ki Aykut abi gönderdiği mektupları? Haylaz Neşet kaçırdı ağzından demekki, mahallenin fiskos Figeni'ne. Evet evet. Kesin o söylemiştir. Boşuna fiskos demiyorlar bu kadına.. Karışığım. "Gerekli gereksiz bilme" diyorlar "herkesin halini, dert etme." Nasıl etmem?! Ne olcak bu çocukların hali?.. Kainat düşüyor yüreğime. Nasıl görüyorsam aynadan, Görüyorum işte. Biraz mavi. Okyanus düşmüş içime. Şu yosunlarda olmasa, denize girdiğinde ayaklarına dolanan. Hiç de sevmem, kadife ahtapot gibi.. Kırılmayan bardak mı olurmuş ki? Bardak dediğin çatlar, kırılır. Hem nazar vardır belki. Kırılmıyor içimdeki. Sımsıcak içim, acılar buz gibi. Çatlasa sızdıracak hani bi şeyleri. Yok. Birikiyor sürekli birileri. Anlatırsın diyorum aynadakine. Anlatırım gibi geliyor. Şu dünyada en ağır şey bana, Kelimelerin dilime keleği.. Yok. Neler var okyanusta, ne vuruyor kıyıya. Baksana. Öyle de bi cimri. Bak, yazdım yine işte. Tutamıyorum bu kör olasıca kalemi. O değil de sahi, ne olcak bu memleketin hali?..

KUŞ BEYİNLİ

Sukunetin kutsallığından hep, gem vururdu kelimelere dilim. Susmak iyidir. Susmak güzeldir. Sustum da anlattım. Sustum. Duymadılar sandım. Yanıldım. En çok sustuğum zaman o aptala saydırdım. Savaştığım aptala. Aptallara! Aptal çok. Her yer ayna.. Ağız dolusu kustum küfrümü. En çok sustuğum zaman. Sustuğum zaman anlattım. Sandım ki bahar gelir. Susuşlarımdan kanatlanır bir kuş. Bi sivrisinek gelir etime. Emer Alır ruhumdan kelimeleri. Uçar gider o sinir bozucu sesle. Vıız.. Vız.. Parkta bi adam oturur gazete okur. Sinek gelir banka konar yanına. Zavallı. Pek talihsiz bunlar da. Hiç de bilemezler nereye konacaklarını. Herkes ben gibi susar mı? Büker gazeteyi vurur üzerine. Ezilir sivri. Kan çıkar. Kelimelerim yayılır havaya. Bi arı gelir. Bi çiçek açar. Bi polen alır. Bi de havaya serpişen kelimelerimi. Bal yapar arı. Bi kadın gelir. Verir 15 lira. Alır bi kavanoz balı. Kahvaltıda küçük kızı yesin diye sürer ekmeğe. Isırır çocuk. Akar bal. Tam da kelimelerimin sıkıştığı yer. Sıyırır annesi parmağıyla ekmeğin kenarından. Çocuğun elbisesi yeni. Kirlenmesin. Parmağını ağzına götürür anne. Acı gelir bal. Hüzün kaplar belki ruhunu. Belki huzur. Anlamaz. Başını çevirir bahçeye bakar. Bi kuş konmuştur ötedeki ceviz ağacına. Belki çok uzaklarda bi kadın, hiç konuşmadan anlar beni böyle. Kovalar kızı içeri. Bi sigara yakar. Şimdi ki çocuklar hep pasif içici. Bi iç çeker derin. Susar. Susuşundan kanatlanır Kuş.. Konuşsam yamacımdaki duymaz da, sussam öbür ucunda dünyanın, yüreği oynar bir kadının. Belki bi kadın olmaz. Belki bir adam. Susar. Susuşuna bi kuş konar. Ben susarsam, kuşlar uçar. Ve belki duyar çok uzaktan sustuklarımı, anlar kelimelerini tükürüp bi taşa, denizde sektiren aylak bir adam. Aylak bir adam. Anımsar hiç susmayan bi kadın. Bıdı bıdı başını yiyen. Sevmemiştir onu. Hani güzeldir de kadın, iyidir hoşdur da, çok konuşuyordur ya. İstememiştir. Çok biliyordur bu kadın. Fazladır belki adama. Ya da adam ona. Ne farkeder ki. Kayıptır yine arzuları. Heveslerine batan hayal kırıklıkları. O adam bilmiyordur. Bu kadın bir onun yanında konuşuyordur. Neden, bilmeden. Aldığı nefesi bile anlatmak istiyordur adama. Nedeni mi varmış? Çocuklar bile biliyor. Kadın, adamı seviyor. Adam gider. Kadın susar. bi kuş kanatlanır susuşundan. Gelir adamın ayaklarına konar. Adam duyar, bilir. Aylaktır o. Her şeyi bilir. Dünyanın bir yerinde, bir kadının susuşudur bunlar. Sever hani susuşları. Kapar gözlerini, kelimeleri duyar. Tanrım, nasıl kelimeler bunlar! İyi de kim bu kadın? Git der. Git getir onu bana. Kuş adama bakar. Adam kuşa. Kanatlanır kuş. Anlamamıştır ama. Boşuna kuş beyinli demiyorlar bunlara. Çok uzaklarda kiminle olduğunu bilmediği bi aşkı yaşar, aylak bir adam; talihe bak, hem de şikayet ettiği kadınla..

11 Ağustos 2014 Pazartesi

BİN KAPILI DEHLİZ

Yalnz kalmak istiyorum, hiç yalnız kalmadan. Bu mümkün mü? Hem yaşamak istiyorum bi başıma, Korkuyorum, tasalanıyorum uğraşsızlıktan. Hem dostlarım olsun istiyorum yakınlarımda; Sıkılıyorum. Gürültü, kalabalık öldürüyor aklımdaki sesi sedayı. Hem de şişiriyor başımı. Hem huzurlu hem rahatsız olabilir mi insan? Oluyorum. İşte öylesi hal. Soruyorlar. İyiyim diyorum. İyiyim de gerçekten. Yok bir şeyim. Duruldum yokluğunda sadece biraz. Anlamıyorlar. Bazıları hariç ama. O bazıları da benim gibi yarım akıllı olanlar. Hani akıllarındaki bin kapılı dehlizde, bozuk kilitlerin anahtarlarını taşıyan kafası kırık adamların ortalıkta volta attığı başların ağırlığının yüklendiği vücudları taşıyan ruhlar. Hangisi hangisini taşıyor gerçi, muammalığı aşikar. Ama Onlar anlıyorlar. Anlayıp da susuyorlar. Sormuyorlar ikinci kez. Zaten benle mi uğraşacaklar. Kafalarındaki deliler onlara yeter. Yorgunlar. Görebiliyorum. Üzülmüyor da değilim hani onlara. Ama hüznüm fazla uzun sürmüyor başımdaki fırtınanın meydanında. Unutuyorum. Derdim başımı aşıyor. Dert önemli değil, sığınacak bi koy bulsam kafi. Sert esiyor hani biliyor musun? Hırkasız çıkmışım yine evden tepemdeki güneşe aldanıp. Hoş, nerden bileceksin ki. Yoksun. Şu bi gerçek ki meşguliyetinle zihnimi ısıttığın kadar hırkam sırtımı ısıtamıyor. Ne yazık seni üzerime geçiremiyorum. İşlevin de ters, yerinde. Neyse, dehliz diyordum. Bin kapılı. İçen mi dersin düşen mi dersin. Kımıl kımıl serseri. İğne atsan düşmez hani buralarda. Geçenlerde biri yolumu kesip para bile istedi biliyor musun? İyice zıvanadan çıktı bunlarda.

SADECE DİNLEMEYE İHTİYACIMIZ VAR

Sadece dinlemeye ihtiyacımız var. Günü ve geceyi. Soluklanırken tanrının kucağında, Ve aşk süzülürken bi dilber gibi doğanın koynunda, Ufuk dönerken maviye, Bi deli rüzgar esse gönül bahçende, Biliyorsun sende, Tırmanacak kelimeler zihnine. Ve dizilirlerken acemi birer ercesine ürkek, gözlerine Anlatmak isteyeceksin. Anlatacaksın. Anlatmak yetmeyecek. Çırpınmak da. Ezileceksin. Duyacaksın, Sadece dinlemeye ihtiyacımız var Ayazı ve baharı. Anlamayacaksın önce. Söz ağırlığınca altın, Ve sükut gümüş kalacak sende. Gözlerindeki perde, Varmadan yüreğine, Tıkanacak tam nefesinde. Yollar dar gelecek. Sıkışacaksın. Durup da bir soluklandığında, Bakacaksın. Papatyalar yeşerirken kaldırımlarda, Susacaksın.. Sadece dinlemeye ihtiyacımız var. Günü ve geceyi, Ayazı ve baharı.. Gardını düşürecek cümlelerin. Yalnızca, duyacaksın..

10 Ağustos 2014 Pazar

VAKTİN PERHİZİ

Yok yarın. An şuan. Yarım kayıp. Vakit yalın. Akrep çıplak. Düşünme, ayıp; özünden cayıp. Hüsran aşikar, dünden alıp; Koyarsan bugüne, aslına yazık. Yazıklar yarım, yazıklar kayıp. Yalnız kalıp, yokluk sayıp; tasalanma, arın. Tastamam ibre. Hız sensin. Tanrı ışık. Işık sende. Işık yarım, Işık kayıp; bakarsan geçmişe. An şuan. Işık içinde. Tanrı tamam. Gerisi ayıp. Yarım gündüz. Yarım gece. Gün tamam. Gün bugün. Gerisi kayıp. Yaradılan aç. Doymak 1 gün. Doyulası bi gün. Gün 1 gün. O da bugün. Günler kayıp. Tık etti saat, Sanki cayıp. Asalet şık. Gün muhabbet. Muhabbet lütuf. Vaktin perhizini davet sayıp ; dönüp geleceğim, ölmeden son bir, Tanrıya varıp.

2 Ağustos 2014 Cumartesi

SANRIM BENİ BAŞTAN YARAT

Herkes inanır aslında biraz.. Tamamen kendini anlatabilse özüyle, kimse tarafından vazgeçilemeyeceğine. Belki de herkesi kendim gibi bildiğim içindir bana öyle gelişleri. Yinede anlatmak istiyorum. Tanımadığım her şeye. Bilmiyorum. İşte en çok bu kelimeyi seviyorum. Hiçim. Biliyorum. Herkes kadar. Ve hiç kimse. Kurduğum cümlelerin, varoluşum boyunca, ve tartışığımız kavramların bizi bi yere götüremeyeceğini biliyorum. Yarım kalmak insanoğlunun laneti. Varamayacığımızı hiç bir vakit bi sonuca, biliyorum. Hatice abla değil, netice abla ya hani bizde eli öpülesiceler. Hatice hep yadırganacak. Ve netice hep yalnız kalacak. Biliyorum. Yinede boş bi inançla kelimelere karşı, ben yazıyorum. Haticeyi bilmem de , neticede insanız. Anlatmak istiyorum kendimi içtiğim kahve fincanına bile. Ve süzdüğüm aynalardaki alın çizgime. Aldığı nefesi yazmak ister mi insan? Kalbimi göremediğimden, defterler ediniyorum. Aklımı göremediğimden, kitaplar.. Okuyamadığım için insanları, hayali kahramanlar ediniyorum. Acıyorum. Çekilmez bi insan oluyorum bazen. Farkındayım. Herkes bazen biraz çekilmez.. Bu değilim ben. Anlatamıyorum. Yarım yamalak cümleler yakıştırıyorum dilime, zihnimdeki karelerden bozma. Hiç biri tutmuyor diğerini. Hiç biri tamamlamıyor ötekini. Harflerin koreografisini çizmek de akıl işi. Aklımı yettiremiyorum. Mesela, " Her düşüşümde yanlışlarıma kendimce, bi çay daha içiyorum. Bakıyorum da, zararın neresinden dönsek çay. " anladın mı? Bak gördün mü? Parçalıyorum cümlelerimi. Hep yarım. Deftere sığamıyorum. Paylaştıkça çoğalmaz insan. Azalır. Tek ruh olur. Hakk'ikate ulaşmanın yegane yolu budur. Herkes bi Şems Herkes bi Yunus olma derdindeyken, dağda tepede, hakkı arıyorum kalabalığın içinde. Sende. Bende. 3. Tekil herkeste. Ruh avcısıyım kimi zaman. Ne kadar avlanırsam içime içime, o kadar bende. Üstüste koyuyorum. Sonra çekilip bi köşeye kaynatıyorum içimdeki tencerede. Erisin de karışsın diye birbirine, atıyorum buzluğa. Tek bi ruh lazım bana, ama hepsi içinde. Kim demiş Vucudumuzun yüzde 70 i su diye Bunca aşkın içinde? Yazıyorum dökülsün diye. Seviyorum yazıyım diye. Bi şiirlik aşk yüreğimde. En güzelini yazınca biliyorum öleceğim. En güzeli yok. Ölümsüz sanıyorum durup durup kendimi. Sanılar.. Sanmalar.. İşte edindiğimiz tanrılar. Sanrılar.. Kurup kurup inandığımız her düşünce sanrımız. Sonra çürüttüğümüz. Sonra tekrar inandığımız. Yanıyoruz. Çalınan elmayı versem geri, çıkarır mı acaba bu cehennemden bizi? Anlamadın dimi? Dert değil. Cehennem diyorum, içimizde. Sevgisizlik dizboyu. Takılıp takılıp düşüyorum. Elma dediğimi sen düşün. Kurtulayım derken, büyüyorum. Boşuna anlatıyorum bunları. Merak etmiyorsun ki. Kimse kimseyi merak etmiyor bu dünyada. İşte insanlığın sorunu bu. Halbu ki, hepimiz biriz. Tek ruh, yaradanın üflediği.. Nasıl bu kadar duyarsız kalabildik, anlamıyorum. Artık sanrılarımız o denli buyuk. Sanırım artık, insan değiliz. Ya da bu elmalar gercekten çürük.

14 Temmuz 2014 Pazartesi

PİÇ KAPİTALİZM

Kelimelerin manası yok sevgilim. Biliyorum. Yine de sana karşı koyamıyor cümlelerim. Her şeyi bil istedim. Ve hakkında her şeyi duymak. Sen susarkende duyuyordum aslında hikayeni. Ve ben susarken de duyduğunu biliyordum esaretimi. Ama aptal oluyordum işte sana. Delice hazırlandığım bi final sınavı gibiydin. Karşında, bildiğim her şeyi unutuyordum. Ve aklıma geliyordu sen gidipte sınavım bittiğinde tüm bildiklerim. Bundan tüm deliliğim. Hep büte kaldım ben sende. Sınıfı hiç geçemedim. Alttan dersimdin hiç veremediğim. Ve ben hep demirbaş listesindeydim üniversitenin. Lanet muhasebe. O dersi de hiç sevemedim.. Sana su'sayıp, sana susamayanaydı hep rollerim. Ve biliyordum. Bundan ötürü tüm çekilmezliğim. Sahi, çekilmez biri oldum yine. Niye bilmem bu hallerim. Ben aslında böyle değilim.. Ve söylemezdim tüm o sözleri. Bana söylettiler sevgilim. Niyesini sor da bitişlerin, Cevap arama sevgilim. Sorunun içindeyim. Yukardan emir gelmiş. Kuralsız sevince kırılırmış kalemin. Çok ayarsız sevdim sevgilim. Ne yapıyım. Anormalim.. Normalitenden af dilerim. Akılsız başımın cezasını hep senin ayakların çekti. Gidişinden sebep, ayaklarından da özür dilerim. Bunca insan okudu aşkla yüreğimde ki harfleri. Ama biliyorum , sen hiç sevemedin bendeki sürrealizmi. Gittin, ve yine yazıyorum yine yazıyorum sevgilim. Şiirlerimden sebep, bak, sabrına da biterim. Aslında,o nasıl gidişti be sevgilim? Hani Gittin de burdan, gidemedin ya benden Beceriksizsizliğini severim. Ve Kalemimden sebep, içerimde yaşayışından çekilmezim. İnsan kendine katlanabilir mi? Ben ikimizide taşıyorum sevdiğim. Bırak da ağır olsun yüreğim. Sen dolu, ben dolu.. Ben katlandım da, çok ağırdım, sen çekemedin sevgilim.. Olmasaydı diyorum şu mesafeler. Yollara yasak konulsaydı. Sağım ellerine çıksaydı solum yanaklarına. Önüm arkam sen olsaydın, vallahi sobelemezdim seni.. Ve dönünce köşeyi 100 metre ilerden, çarpışsaydık gözlerinle. Benim kirpiklerim düşseydi. Sen eğilip toplasaydın. 'Bi dilek tut' deseydin, dilekler bile sana çıksaydı. Yüreğim kaçsaydı koltuğun arasına. Sen bulsaydın. 'E pili yok bunun' derken, ruhuna uzansaydım. Ruhun yüreğime kaçsaydı. İnan uyardı sevgilim. Uymazsa, kumandaya da söverim. İstediğin kanala çıkardı içim. Diziyse dizi, filmse film. Araya reklam girmeden severdim seni inan. Öylesi halim. Ve olsaydı Sokaklar deniz, Denizler devrim. gezseydik sandal sandal. Hayaller serin. Ve bedava uzaklar. Sahi? İzleyemediğimizden mi gittin çöllerde yıldızları? Sövüyorum da kızıyorsun. Yakışır ağzıma inan sevgilim. Gel gör ki değişmez dilden düşenle.. Yine piç, yine piç kapitalizm . Olmasaydı yollar. Ve gitmek eylemi olay! Şimdi sen gittin ya, bir olay oldu ki ardından bakmak, herkes imrendi, herkes gitti seninle sevgilim. İçim çıktı içimden, sattı beni benliğim. Ben aklende gidiğim. Ruhum cebinde kalmış, aklım peşinde. Kargoya verip gönderemedin ya koliyle.. Şimdi söverdim de sana, paran yoktur belki.. Bak bak, anlayışımı severim. Bi dudaklarım kaldı şimdi geriye.. E bi işe yarasın onlarda dimi ama? Yollardan sebep, gidişinden öperim.. Ama sevgilim inan, yine de piç kapitalizm.

10 Temmuz 2014 Perşembe

YAZMAK İÇİN SEVDİM SENİ

İstediğin gibi biri olamadığım için özür dilerim. Bunun için kendimi suçluyorum aslında. Bu kadar tanırken sen beni, bu kadar anlarken ben seni ve sen mutluluğa bu kadar yakınken kusurlarımla sana eksik kalmış olmak fikri acıtıyor beni. Vicdanımı. Bunların umurunda olamayışının nedeni de ben olduğumdan, suçlayamıyorum seni. Ne bileyim, sevmedin diye ben gibi ,kızamıyorum işte. Yine sövüyorum kendime. Sonra aynalar geliyor aklıma. Bakayım diyorum gözlerimin karasına. Seni görüyorum. Hemen geri alıyorum tüm sözlerimi. Sana değmesinler diye dönüp dolaşıp. Aptal oluyorum bazen. Aptal olduğumu biliyorum. Ve katlanılması güç bir hal alıyor çevremdekilerin bunu inatla inkar edişleri. Onların övülgülerini duydukça batırasım geliyor magmaya suretimi. Şamar gibi en sert, adıma gösterişli cümleleri. Güzel geçmiyor günlerim. Gülüşlerimi görüyorsun belki, ya da duyuyorsundur etraftan sana olan öfkemi. Gülüyorum sevgilim. Ve kusuyorum ara ara öfkemi. Öyle uzaktasın ki, fazlasını görmen imkansız. Ben açayım mı yerine halimi? Uyanıyorum söverek güneşe. Bunaltıcı sıcaklar bu aralar. Dikkat et kendine. Şapkasız gezme. Ne diyordum. Ha evet. Senli görüntüler düşüyor gözlerime uyanırken. Ter içinde unutuyorum aniden sabahı da güneşi de. Hatta az önce gördüğüm rüyayı bile. Sabah ritüellerimden bi kareyi yaşıyorum yine. Keşke yapmasaydım öyle. Demeseydim şöyle.. Geçiriyorum bir bir aklımdan yaşanmışlıkları. Pişmanlıklar basıyor içimi. Sonra yine nir sabah klasiği, avutmaya çalışıyorum kendimi. Olmayacaktı diyorum ne yapsam da. Biz başka olamadık. İlk kez bir gidişin ardından 'kim kime fazla geldi' diye düşmüyorum meraka. Kimse kimseye fazla değildi çünkü. Biz aynıydık. Ama bize bizden fazlası lazımdı. İkimize de.. İşe gidiyorum sonra. Sahi söylememiştim dimi? Senden sonra bi işe girdim hemen, kafam dağılsın diye. Tanırsın beni. Satmak derdim ya hep çalışmak, kendini; Satılık bi insanım artık. Nasıl unutucam ki başka türlü kendimi? Belki de diyorum herkes bu yüzden düşmüş kariyer peşine. Anlıyorum yeni yeni.. Fotoğraf çekiyorum. Sahte mutluluklarına şahit oluyorum insanların. Fotoğrafları kandırıyorlar sadece. Gözlerinin kenarları kırışmıyor. Gerçekten gülmüyorlar sevgilim. Ne acı şahit olmak. Denklanşöre basmak yardım ve yataklık gibi! En çok onların yalanları yaralıyor bu aralar beni. Seni düşünmeye vakit kalmasın diye tüm çabam. Bazen çıkıyorsun aklımdan iş telaşında. Sonra etraf duruluyor ve kendimle kaldığım o an yine düşüyorsun aklıma. Amacıma ulaşmalarıma söver oluyorum o anlarda da. Nasıl olurda unuturum seni. Çay molası oluyor. Biri gelip derdini anlatıyor yine bana. Ne komik dimi? Yani merak etme sevgilim. Ben de onları kandırıyorum. Kimse anlamıyor halimi. Gülümseyerek önerilerde bulunuyorum sorularına. Bak küstahlığa.. Gözlerimin etrafı kırışmıyor. Ama sanırım herkes yüz analizi tekniğinden habersiz. Farketmiyor hiç biri. Cehaletin mutluluk olduğu gerçeği.. Çoğu zaman susuyorum ama. Anlatıp anlatıp gidiyorlar. Hoşuma gitmiyor değil başkalarını dinlemek. 10 dakka da olsa, hikayemi unutuyorum o anlarda. Ama üzülmüyor da değilim onlara. 'Kendime üzülmekten iyidir' derken, bi ara saçmalama diye bağırır oluyorum. İç sesimle savaşırken buluyorum kendimi. Elimde olsa tüm acıları satın alır onlardan, sevinçler bırakırım para üstü gibi. Sonra bi çuval alır taşırım hepsini. Dökemem denizlere. Yunuslar boğulur diye yutarım hepsini. Bazen birine kızıp 'ölsün bu ya' derken buluyorum vaziyetimi tamamen istemsiz. Kim olduğu farketmiyor ya da bana yakınlığı. Tamamen istem dışı. Bilirsin o hali. Işık hızında alıyorum lafımı geri. 'Ben ölürüm Tanrım' diyorum, 'o yaşasın ne var ki?' Onların adına ölmeye çalışırken buluyorum halimi. Öyle duyarsız kaldım aldığım soluğa. Yıldızların altında öpüşmüştük diye kalamıyorum yıldızların altında. Koşuyorum. Gitmiyorlar. Kaldırıyorum başımı. Benimle gelmişler. Kurtulamıyorum. Hastalık gibi. Saklanamıyorum ışıltılarından. Sonra birden bi bakıyorum en çaresiz anımda yıldızların altında, aynen böyle yazarken buluyorum kendimi. Kelimelerim sıralanıyor istemsiz. Belki de yazmak için sevdim seni.. Diyorum ki 'biz, aynı yıldızın altındayız. Aynı gökyüzünün çocukları. Nerde olursa olsun, ve ne kadar uzakta, terkedemez bu gezegeni..' Gözlerimi kapatıyorum. Yanımdasın sanki. Huzur doluyorum. Bi bakıyorum ,kendi kendime senle konuşuyorum. 'Öyle değil mi canım?' Derken dönüyorum soluma ,yoksun. Kaptırıyorum kendimi.. Sen de haklısın. Böyle bir manyakla bir ömür hiç geçer mi?.. Bitiyor mesai. Eve doğru yol alıyorum. Bazen unutuyorum her şeyi kahkaha atıyorum komik bi fıkraya. Ya da hayat telaşı ya bu, hep bi yerlere acele edişlerim. Hasta oluyor bi yakınım üzülüyorum. Ya da doğum günü partisinde buluyorum kendimi. Aldığım hediyeyi açtıklarındaki neşeleri.. Ah bi görsen, fotoğraflarını çekiyorum gözlerimle, atıyorum hafızamdaki flash belleğe. O anlarda gülüyorum işte sevgilim. Sonra geçiyor. Ama sen hep gülüyorum sanıyorsun belki de, tek bi karemi gördüğünde ağzımın kulaklarımla buluştuğu. Öyle değilim. Bazen küfrediyorum sana. Öfkeleniyorum. 2 dakika sürmüyor. Kendi kendime senden af dilerken buluyorum halimi. Kendime daha çok sövüyorum inan. Sana 1 se bana 2. E anlayış göster sende. Hep kendimi suçlarsam ölmez miyim besbelli? Kilom hala 47. Ne yemek yiyebiliyorum ne çikolatayı bırakabiliyor. Sürekli halsizim. Ve anı yaşayayım diye enerjik. Öyle bi zıtlıklar ibaresi. Sende kızardın bana 'bir dediğin ötekini tutmuyor' diye. Bir de; bildim tavrıma, sabit fikirlerime sana göre. Sen tutuyor musun sanki sevgilim kendini? Bir dediğim ötekini tutsa nasıl olurum sabit fikirli? Sen de az değilsin hani.. Ne çok açıyor laf lafı. Neyse. Eve dönüyorum. Bizim ufaklık büyümedi gitti. Biraz mıncırıp uyutuyorum dizimde. Bi şeyler atıştırayım diyorum midem bulanıyor. Kahvenin sigaranın bile yok aç karnına keyfi. Yatıyım en iyisi diyorum. Tam başımı yastığa bırakıyorum dişlerimi fırçalamadığım geliyor aklıma. Yine söverek kalkıyorum. Tanrım! Diş fırçasına... Her şeye söver oldum kısaca. İşimi bitirip yatıyorum. Bi bakıyorum takmamışım telefonu şarja. Bi daha kalkıyorum sonra.. Sürekli bi şeylere kızma arzusu içimde. Niyedir bilmem. Yatıyorum. Gözlerim açıkken çalışıyorum uyumaya. Cesur değilim kapamaya. Göz kapaklarımın içinde fotoğrafların var sanki. Hem bakmak istiyorum hem unutmak. İkilemlerim yakıyor aklımı bu kez. Ruhum hata veriyor. Derken bi bakıyorum uyumuşum. Rüyalarımı da anlatırdım şimdi sana ama, onlar bende kalsın sevgilim. Sen merak et birazda.. Şimdi bunları yazdım ya, nasıl rahatladım biliyor musun? İçimi sana döktüğüm gecelerde ki gibi. Evet ya evet. Belki de gerçekten yalnızca, yazmak için sevdim seni.

8 Temmuz 2014 Salı

AYDINLIĞIN TADI

Kim karar veriyor bu hayatın rengine? Ve neden böyle hevesli koyu griye? Bazen siyah. SİYAH. Tanrı aşkına! Bilimsel olarak siyah, bi renk bile değil.. Biraz astigmatik. En sert sisin kastı var gibi kadrajıma. Hiç bir çizginin yok netliği. Hiç görmediğim, belki de hayatım boyunca hiç görmeyeceğim beyaz önlüklü bi serseri iki tane cam sokuşturuyor gözlerime. -Tüm insanlar biraz serseri.- "Bak" diyor avcundaki elmayı sokup burnumun dibine. "Ye". Bak mı? Ne zamandan beri, kim karar veriyor gözlüklüklerimin merceğine? Görmenin numarası mı olurmuş? Ve aydınlığın tadı? Evet. Her şeyi bi meyvenin başlatığı yalanına ancak gözlerimle inanabilirdim aslında. Gözlerimi kapattım ve gördüm. Tanrının kutsal senaryosuna mürekkep aşılayan daktilonun sesini gördüm. İşittiğimi gördüm. Kulaklarım varmış. Gördüm. Ben en çok, gözlerim kapalıyken gördüm. Tam alt kirpiğimle üst kirpiğim kenetlendiğinde. Ve karanlıktan gözbebeklerimin siyahı, yuttuğunda tüm kahveyi. Dağıldığında irisi. Ben en çok, gözlerim kapalıyken gördüm. Islak rimellerimin kirpiğimdeki kalıntıları, gözlerimin altında dikey çizgiler bıraktığında. Yetinmeyi beceremediklerinde. Elmacık kemiklerimi boyamaya teşebbüs ettiklerinde yakaladım onları. Bak sen hadsizlere! Arsızlıklarını duydum. Onların yeri, göz bebeklerimde. Akarlarsa, âmâ olup çıkarım. Gözlerimin pusunda netlik kazandı kainat. Biterlerse, unuturum. Ve unutursam, acıkırım zevke. Ben, zevkin doruklarındayken ölenlerdenim. Sevginin son raddesinde doyanlardan. Kitaba yazıp defteri okuyanlardandım ben. Vakitsizdim. Yelkovana kafa tuttum. Akrep sağdan yürüdü bu kez. Ben hep sol yanımı tuttum.

5 Temmuz 2014 Cumartesi

YAŞIM ÇOCUK

Bizim ayrılığımız kaçınılmazdı. Ve ömür dediğin 3 gün değildi. Ömür, tek bir soluğunla ciğerlerini şişirebildiğin kadardı. Ve diğerlerinin yüreğinin ritmini duyabildiğin kadar, kulağını hiç yaslamadan göğüslerine. Aşk değildi bendeki, o'nca. İliklerime kadar bütünleşmişçesine yabancı bir ruhla, ömrümün kör kurbanlığıydı; failime şükrederce düğümlerime tapışım. Bir yudum suyun cengini verdiğimiz yaşamın zoraki çabasında gaye -i soluğum yaradanla savaşmaktı. Anlamadım önce. Sonra, hani iki türlü uyanır ya insan. Ya usulca açar gözlerini. Yavaş yavaş. Heves etmeden bi sonraki gündoğumuna. Söver gibi sabaha. Ama aynı zamanda şükreder gibi uyanışına. İşte öyle isyankar. Öyle minnettar. Biraz ironik. Fazlaca manidar. Bir de, kovalar gibi yarını. İple çekerce gün aydınlığını. Kaçar gibi geceden. Öyle meraksız yıldızlara. Hem söver gibi geceye. Hem aşık atar gibi gündüzün rüyalarına meyliyle. Hah. Anladın işte sen.. Ben, Hiç biri olmadım. Karıştırdım akı karaya da uyandım. Gözlerimi yavaşça açtım. Öyle hevessiz sabahlara. Ve fırlayıverdim yataktan, yorgun. Ak karayı temizledi. Kara akı lekeledi. Renksiz kaldım, siyah beyaz anlara inat. Çatlak aynalarım vardı çirkin gösteren. Ve gözlerimi çifter çifter. Kendimle karşılaştım. İşte o an anladım. Nasıl diye sorma. Ya da ilgisini. Ben anladım. Levhi mahfuzu küstahça karalamaktı yaptığım. Öyle buyruk başına. Ama kurşun, mürekkeple savaşamazdı. Yine de sövüp durdum 0.5 ucu olup da vermeyenin ecdadına. Yok ya. Diyorum ya, bizim ayrılığımız kaçınılmazdı. Belkiyiz sandım da direndim. Keşkeyiz sanıp ağladım. Biz zatendik. Zaten bitecektik. Ama bugün, ama yarın. Ya olursalara sığınan bi aptaldım.. Kızdırdı. Bağırdım. Sustu. En büyük hamlesini yaptı yapabileceği. Hüznümü bağıracak kadar yoğun yaşarken, sukunetiyle değersizliğimi suratıma savurdu. Bi kötekti ki sorma. Kolum bacağım olsa iyi, benim yüreğim burkuldu. Hayır kavga değildi bu. Kavga da ya aldığın vardır vermeden ya da verdiğin, hiç almadan. O ne verdi, ne aldı benden. "Kavga bile edemedik biz" bile dedirtmiyor bana şimdi hatırası. "Biz" bile olamamışız meğer. "Çocuksun" dedi. Yaşım çocuğa kaçtı. Aşkın olduğu yerde olgunluk aranmazdı. Aptallaştım. Gurursuz bi arsızlık takındım boynuma. Saçmalayabildiğim kadar saçmaladım. Ben dışında kim varsa, o karaktere sokuşturdum ruhumu; izlediğim filmlerden kalma. Bi tek onun yanında böyle oluyordum hiç istemeden. Anlam veremeden. Kendi mutluluğuma kastım varmış gibi. Özenerek yaptığım keki çöpe ellerimle yuvarlar gibi. Tadına bile bakmadan daha! Özelsin derken, özel olduğunu düşünüyordum gerçekten. "Hayır" derdi. "Ben, beni gördüğünden fazlası değilim. Sen güzel baktığın için güzelim." İşte öyle. Ruhunu gökyüzü belleyişlerimdendi böylesi yıldızlara tapışım. Ve okyanus sandığımdan yüreğini, bu yunuslara aldanışım. Ben onu hep büyük gördüm. O beni küçük. En çok da bundan ya tıkanışı şahımın. Onun için yalnızca, ona görünebildiğim kadardım. Özümün aslını görmeden, kayıp gitti suretimden. Off. Hal-i ruhaniyetim, iç güveysinden bi hayli.. Öfkeliydim evet. Sukunetine hayran kalacak kadar da sakin. Bir bakışı vardı ki, susuşuna da hay hay! Şimdi yazıyorum ya bunları, geç saygı duruşuna da oku. Öyle abartıyorum ben onu. Sus! Deme.. Söyleme.. Senin küçük gördüğün, kadrajıma sığmıyor benim, öylesi büyük. Bu nasıl iş heyhat!?Cennete kabul görülünce ardımdan koşanlaraydı benim öfkem. "Bi yanlışlık olmuş bayan, sizi şöyle sıcağa alalım" ya da nasıl anlatılır bilmem ki. Gözyüzünün gözpınarlarından yapıldığını sandığım yaşlarda, yıldızlarımı yanaklarıma döküp de bisiklet diye haykırırken, bilmeden hiç kullanmayı, 2 tekerlekli masalar anlatanaydı. Dünyamın yıkılmasınaydı öfkem. Uzaya çıkalım dese bulutlar kiralardım ikişer kişilik. Benimki omuz kenarı. Onunki koridor saçları. En güzel köşeyi kapmış olma cesaretiyle kahkalarım.. Öyle güzeldi kokusu buram buram hala gözlerimde. Kokusunu gördüm. Sesini öptüm. Yetmedi öpüşlerim. Karşısında küçülebileceği insan arıyordu belkide. Ama aşk büyütürdü insanı. Yok yok. Benim lügatımın aşkı, ona göre değildi. Çünkü bu kalbin karşılıklı aşkında, ikimizde küçülmeliydik. Böylece eşitlenmişliğin asaletiyle gözlerimiz sevişmeli. Kayıp senaryomun doğaçlama kurgusunda anladım. Aradığı aşk değildi. Ya da sinopsislerim tarafından anlaşılmaya yetmedi. Aks atlayarak sevdim onu. Hep ters açıdan. Tüm terimlerim yabancı kaldı mesleğine aşk işinde. Ya da matematiğimiz bozuk kaldı. O hep x ekseninde, bense y. Kızmıyordum ona. Kızamadım. Çocuk yaşımın sıfatını anışlarında hep bi baba özlemi. Diyorum ya. Benim öfkem başkasınaydı. Tam uçacakken bileğimden tutanaydı mesela. Kanatlarıma ateist kalana. Anlatamam ki. Çocuktu işte yaşım. Tehlikeli biraz. Her şeyi unutan yamacında. Hayvani bi ruhla sevdim ben onu. Akletmeden. Hırpalayarak. Hem onu, hem kendimi. Ama kızmıyorum kendime de. Aşkın mukayesesi birimizde hep bozuk. Ama kızmıyorum kendime de, gayri meşru sevinçlerimede o mutsuzken yanımda. Çünkü sonuçta, yaşım çocuk.

18 Haziran 2014 Çarşamba

DANS

Veda ve elveda.. Hangisineydi itaatimiz? Kudretine sadık kalmak vuslatın, ya da rest çekmek hasretin barındırdığı mevkiiye.. Hayır, iki kavram da yanıltıyor olmalıydı bizi. Yeniden sıfatlandırılmalıydı gidişin.. Ve kalışın.. Varken olmayışı nefesinin.. Yokken alışın. Duyuşum. Anışım. Burdasın sanışım. Uzaklardan bakışın. Bakışlarına kanışım. Ve yeniden terk edişlerim yokluğunu. Yanına varışım. Sen in yine gidişin. Bır başıma kalışım. Ölüşüm. Hayır, öldüğümü sanışım! Yokluğunda buluşum kendimi. Geldiğinde tanımayışım. Kahroluşun . Batışın! Kendimde değilim. Sen kendindeysen, hatırla.. Çılgınlığı çıldırtmaktı en büyük çılgınlığımız; onun terli avuçlarında dans etmiştik, hatırla. Ayaklarım kaydı sonsuzluga. Ben düştüm. Sandım. Nasıl düşebilirdim ki, ayaklarım yoktu benim.. Onlar senindi, hatırla! Yüreğimde bi kadın. Bir çığlık. Duyuyorum. Sandım. Duyamazdım ki.. Kulaklarım da senindi hani, hatırla! Ah evet,yüreğim.. Yüreğim de senindi. Hesap ver öyleyse o çığlıgın sahibi kimdi! .. Unutmuştum oysa. Yine mi hatırlattın kendini? Bak.. Düştü yine aklıma;  Öpüşün, duruşun, ismimi sayışın..

BİRİ O'NA ANLATSIN

Biri ona anlatsın. Bu kadar kutsalken yaşam, delilik her günü aynı yaşamak. Ne olur, biri ona anlatsın. Sabahları uyanamayacaksa, yummasın gözlerini hiç bir gece. Yıldızlar küser yoksa, biri ona anlatsın. Kendini keşfedemeden, düşünceler soyunulmaz. Gönül yama görmeden, hakikat giyinilmez. Yol bulunur elbet. Lakin ayağa kalkması gerektiğini biri ona anlatsın. Ölüme aşık o. Hayat kabı doldurulmazsa, kefen üzerinde güzel durmaz. Gülmeden yaşanmazsa, ölüm kimseye yakışmaz. Güneşin kızılını görmeden tek bir gün bile geçer mi? Geçmez. Biri ona anlatsın! Yalvarırım anlatsın. Ne olur anlatsın.. Ne denli akıl karı bu kadar kısayken hayat, keşfedememek evreni? Sorsalar ya! Eğer bilmiyorsa, biri ona anlatsın. Kaçar biri kovalar öteki. Sonra öteki kovalar, kaçar o biri. Hayat kaçmak için öyle kısa ki. Biri ona anlatsın. Bulmuşken kaybedilir mi? Severken ayrı düşmek yorar. Biri ona anlatsın. Dokunmadan da sevilir. Mühim olan bir çift gözde kendini görmektir. Lakin zordur o gözleri bulmak, biri ona anlatsın. Değersizliğinin farkında olduğu için değerli olduğunu anlatsın. Hiçliğin onda anlam bulduğunu, her şeyin bende, benim onda olduğumu biri ona anlatsın. Ben yoruldum. Biri ona anlatsın. Ya da o anlatsın ansızın arayıp, anladığını. Yorulduğunu anlatsın mesela. Gerçekten nefes olmazmış aldığı deniz kenarında durmadan, artık anladığını. Çöller dondururmuş gece, sabah kavurur. Siz söyleyin, o anlar. Belki gidemez ama, vazgeçmemesini anlatsın ona biri. Karanlık olan her yerde yıldızların parladığını biri ona anlatsın. Sonra o biri bulsun bi zahmet beni. Bulamasa da haber salsın, anlamış mı ? N'olur.. Biri bana anlatsın..

5 Haziran 2014 Perşembe

HİÇLİĞİN KALBİ

Boşver sevdiğim. Çekemiyor onlar seni. Sana olan dualarımı sen hariç görüyor çünkü hepsi. Boşver beni sevdiğim. Görmediğine değmez nasılsa. Benim gözlerim, ikimize de yeter oysa. Belki bana değil ama dualarım da yeter sana. Baksana! Seversin sen hani hülyaları.. Ne diycem; boşver masalları! Hiç biri ait değil sana. Onlar sahiplensinler gelişi güzel hikayeleri. Bırak, pamuk prenses Ali'nin olsun, pinokyo Ayşe'nin. Hep aynı onlar hep tekdüze. Sen gel, kırmızı başlıklı kızı bir de benden dinle.. Bırak artık dinlen n'olur! Nefes almak değil yaşamak. Ölmeden önce ölelim senle. Geçmiş hiç yokmuş gibi, yine en sevdiğin şarkının adını yaz bana ansızın. Bi anda. Hiç düşünme! Dinleyelim sen orda, ben burda .. Bi oyun oynayalım. Hiç bi şey sormayalım birbirimize. Ve sormadığımız soruların cevaplarını verelim birbirimize. Hiçliğin olduğu yerde ihtiyacın vardı hani bana? Benim de bi sözüm sana .. Gel, hiçliğin kalbinde midye yiyelim seninle?...

20 Mayıs 2014 Salı

İRONİLER MÜSVETTESİ

Farkettim de ne çok keşkemiz varmış. Herkesin uyuduğunu düşündüğün ve yalnızlığın nabzını tuttuğun o anlarda düşüyor insanın ruhuna hepsi. Herkes uyuyor. Keşke sen uyumuyor olsaydın şimdi. Hemşire değilim ben. Hastayım. Anlamam nabız tutmaktan. Ama çok güzel nefes alamayabilirim. Başında duramam yalnızlığımın. Ama bi sigara yakıp öksürebilirim. En fazla hasta olur benden; Kalbimin ritmini tutsa biri başımda ben ölürken, diye hayaller kuran. En fazla hasta olurdu benden. Ve bu gece, onu bile beceremiyorum işte. Tüm vitabil bulgularım stabil şimdi. Ekrandaki dümdüz çizgiye özenircesine. Aşağı - yukarı seyretmiyor. Bunu herkes görüyor, ama kimse fişi çekmiyor. Kasıtlı öldürülmeye de uzağım, zorla yaşatılmaya da. Sadece bakılan. Ama asla görülmeyen. İşte öyle bir müsvetteyim kitapların arasında kalmış. Biraz tozlanmış. Ama hala okunaklı. Hem Okunmaya hevessizim insanlarca, hem de atılmaya acınırcasına tutulan antik kütüphanelerde, zavallı. Düşün, tutarsızlıklarda çırpınırken, boğulmayı bile beceremeyen bu, nasıl bir çelişki? Çık dışarı bak. Kaldır başını kocaman binalara. Dik tutarken omuzlarını, Ben sizden daha büyüğüm de onlara. Sonra, sakinleş. Karşına bak. Tüm olası kombinasyonları yıktığında hayata dair, kaybolacak gökdelenler. Benim dünyamda, dolaş o kulübeler arasında. Ve bul beni. Ben, orada hastayım. Dolanıp durduğum mağarada, genzime kaçtı yalnızlığım. Öksürdüm. Ağrıdı içim. Ellerime kustum ruhumu. Bak! Artık gösteremem onu sanaa.. Neden geciktin ki bu kadar sanki? Şimdi Gel; ayrılmadan zerrelerine harflerim, bul ve oku beni. Ezanlar yükseldiğinde yüreğimden, duy beni. En güzel aşk çağırıyor selamete şimdi. Gidemiyorum ellerine almadan sen, yüreğimi. Sesleniyorum, duyuyor musun sesimi? Unutmadım seni. Bul benii.. Tüm göstergelerde yönüm yıldızların ibresi. Ben, değersiz değerimde buldum kendimi. Eski raflar arasında , kocaman bir ironiler müsvettesi.

17 Mayıs 2014 Cumartesi

BİR TAKSİ HİKAYESİ

Muazzam bir sanatçı olan Yaradan 3 şekilde konuşurmuş muazzam bir şaheser olan kullarıyla. Kuran ile, yüreğine ilham ile ve diğer kulları aracılığı ile. Şubat ayıydı aklımda yanlış kalmadıysa. Herkes gibi evime gidip sıcak bi çay içmenin hayaliyle koşturuyordum yolda. Elimi cebime attım. Son bi 5 liram vardı. Söverek yürümeye başladım hayata. Anlamsızlığın varlığına inanışımın son raddesindeydim. Beynimi kurcalayan hiç bir sorunun cevabını alamayışıma yanışımda ağzımdan dökülüverdi; "Her şeye okey de baksana! Böylesine güzelken sen, böylesine kirli dünyayı yaradışında senin gayen ne?" Kendimce verdiğim cevaplar yetmiyordu aklımdaki sualleri tatminime. Yeterince üşüdüm. Ortaköyden taksiye bindim. 3. yol ile yaradanın konuştuğuna inandım hep benimle. Ömrümde hiç görmediğim ve belki de bir daha asla göremeyeceğim o taksici muhabbet etmeye başladı benimle. Sen buna can sıkıntısı de istersen. Benim için çok daha fazlasıydı lakin. Kainatta var olan kelimelerin büyüsü olduğuna inanıyordu taksici. Her birinin mükemmel tasarlanmış ve harflerin büyük bir özenle bir araya getirilmiş anlam hazineleri olduğuna. "Hayat" dedi. "Bana ne olduğunu söyle." Şaşırmıştım. Yanıtını asla bulamadığım soruları yöneltiyordu hayat inatla bana. Oldukça yaşlıydı. Ne diyebilirdim ki? Yanıtı bildiğine emindim. Merakıma galip gelen egomun dürtüsüyle kapak gibi bir cevap arıyordum kendimce. Yanıtını deli gibi aradığım sorunun cevabını verememeye utanışımla irkilip durdum. Tanıdık geldi mi bu hal? Biz, hep aynı şeyi yaparız.. Sustum. Bir kez daha yöneltilse şimdi o soru bana, "Cevap Allah" demek geçiyor içimden; "Soru ne?" Bir süre sustum. Derin bi nefes aldım. "Ölümü beklerken, oyalanmak sadece.." Sustu. Yanıtımla tatmin olduğunu düşünerek arkama yaslandım müthiş bir egoyla. Susuşunun, kainatın sesini dinlemem için bir araç, sukunetin yegane amaç ve en büyük suale yanıt olduğunu anlayamamıştım o an. Camı açtı taksici. "Klima çalışmıyor mu?" Tebessüm etti; "Rüzgarı dinle kardeşim." Rüzgarın nesini dinleyecektim ki? Rüzgar işte. Bozulan saçlarımı kulağımın arkasına attım. Sessizliğin doruk noktasında, ortada süspansiyonları bozuk taksinin tekerleklerle çıkardığı paldır küldür sesler ve mazot kokusu vardı sadece duyu organlarımdan 2 sinin algıladığı. Sonunda kapımın önüne varmıştım. "5 lira abla." Parayı uzattım. Kapının koluna yeltendiğimde sukunetini bozdu taksici.. Hayat" dedi. Ve parçaladı özü görebilmem için bu muazzam kelimeyi. "Hayat; yaşadığımız" dedi ve devam etti.. "Hay; Yaradan, haya; güzel ahlak, -at; emir kipidir arapçada. Yaradan, hayatta güzel ahlakı emrediyor." İkinci kez şaşırdım. Aklımı mı okuyordu bu adam? "Kelimeler" dedi. Kelimeleri kurcala kızım. Böl, çarp, ekle, çıkar. 4 işlem bu hayatta, matematiğin bile 1. Sınıf olsun. Her yanıta yeter. İnan bana. " boş boş bakıyordum suratına. Haznemdeki tüm kelimeler üşütü bir anda aklıma. Habib, mesut, saadet, nezafet.. Neydi içlerindeki anlam? "Güzel yaşa" diyip vitesi 1 e taktı. İndim. Çantamdaki anahtarı ararken, ilham etmiş olduğundan olsa gerek yüreğime yaradan, anladım. Dünyayı pak yaratmış olan o, kirleten bizlerdik. Hayasını kaybetmiş, hayanın anlamını yalnız kadına yükleyerek özünden saptırmış bizler. Onun bir çocuğun başını okşamak olduğunu çoktan unutmuştuk. Dili dışarıda bir köpeğe sus vermek olduğunu. Her gün yanlarından umarsızca geçip gittiğimiz insanları gülümsemek olduğunu. Güneşin doğuşuna şükretmek olduğunu. Nu.. Nu.. Nu.. Altın kuralı unutan bizlerdik. Anahtarımı bulup eve girdim... Demlenmiş çayımı bardağa dökerek oturdum. İyi de niye vardı yeryüzünü kirleten bunca kötülük? Aslında temizken her şey yolundan sapan bizler miydik? Yoksa ezelden beri mi vardı aklımızca yarattığımız kötülük kavramı? Kabil'in döktüğü ilk kandan beri var olan, senaryonun parçası mıydı? Yoksa bu bizim uydurmamız mıydı? Böylesine güzel yaradan, neden istesindi ki kötülük kavramını yaratmamızı? Düşündüm. Bir ayet çarpıp düştü beynime; kelebeğin göremediği esaret camına aldanıp düşüşü gibi. "Biz, kötüyü iyiye imtihan olsun diye yarattık." Evet. Kötü vardı kainatta. Kötü diye bir gerçek. Arsız sorularım bitmiyordu bir türlü.. Yaradan tüm kainatın yansımasıysa; o, kötü müydü aynı zamanda? Kötü; onun dışında bir kavram olabilir miydi yoksa? Yokluk bile bir varlık değil miydi? Tanrının dışında bir şey var olabilir miydi? Aklım almıyordu. Evet dedim. Tanrı aynı zamanda kötüydü. Düşüncemi noktalamadan üzerime dökülen çay, tokadıydı sanırım yaradanın. Küfrettim önce. Ama dur o ne? Bir ilham daha yüreğime.. Ne acıydı; her secdede tekrar ettiğimiz cümlenin anlamını asla düşünmemiş olan bizlerin cehaletinin arsızlığı.. "Subhane rabbiyel ala" ; "O, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir." Nasıl böylesine büyük olabilirdi tanrı? Yetmiyordu aciz aklım. Onun dışında hiç bir şey olamaz ve dışında taşıdığı tüm kötü kavramlardan nasıl münezzeh olabilirdi? Böylesine büyük ironileri bile tutarlı kılabilecek kadar kutsal bir güç.. İşte o, yaradandı. "Anlamsız" deme! Ben anladım. Kainat anlamsız değildi. Onu anlamsızlaştıran bizlerdik. Ve hiç bir sual yanıtsız değildi. Nefsin esaretinde bizler, bulanık gözlerimizi arzu gözlükleriyle netleştirmiştik. Sonuç itibariyle; öze kör kalmıştık. Öze böylesine kör kalıp, her şeyi görebildiğini iddia eden; hatta çoğu zaman "görmediğime inanmam" hadsizliğini bilim adı altında sergileyen bizler.. Kirlettiğimiz dünyayı aklayacak olan, bizler. Hakk'ı okuyarak, hakikati düşünerek; karayı aklayacak olan bizler.. Anlamsız anlamlandırışlarımızdan kaçarak, özümüze dönerek; O'na layık olma çabasında, bir ömür tüketecek olan yine bizler.. Kalk ve bi çay demle Adem'in torunu. Ve aç camı. Anlayacaksın; yapay esinti saçlarına göre değil. Belki de dökülmeli o çay üzerine? Sen sus. Küfre düşmek hayâna göre değil. Yansın bedenin bırak. Çayın şekerinden olsun üzerindeki tek leke. İnan böyle daha temizsin.. Dön de bir bak aynaya; O gözlükler, bu gözlere göre değil, o camı açtığında. Farket. Ve bırak bozsun rüzgar saçlarını, sen böyle daha güzelsin.

15 Mayıs 2014 Perşembe

BİR GÜNLÜK BU KOMBİNASYONDA, SEN AŞKINLA BİN YAŞA!

Günlerdir muazzam bir özenle yazıp sildiğim cümlelerin uykularıma dadanmışlığının verdiği huzursuzluktan mı alıyorum cesaretimi? Yoksa bir sonra ki günün ağardığını görememe korkusundan mı aşıyorum haddimi? Karar veremiyorum.. Bunu niçin yaptığım konusunda bir fikrim olmadığı yalanına inandırmaya çalışmayacağım seni. Biliyorum çünkü; Bir gün birinin, kelimelerin arasında kaybolup paragraf başlarında kendimi bulduğum mektuplarla yüreğimin eşiğinden geçebileceğine inandırdım hep benliğimi. Ve gördüğüm hiç bir yazıyı es geçmemeye başladım. Okumaya ve yazmaya. Kendimden beklenmeyecek ölçüde, kelimelerle savaşmaya. Dizilişlerine dair emirler savurmaya, çok büyük bir ukalalıkla. Okudukça daha çok yazmak istedim. Yazdıkça, daha çok okumak.. Belki bir yerlerde duruyordur çengelli asil noktalar.. Ve paragraf sonlarında beklenen cevaplar. Okudum. Çünkü her yaşanmışlıkta bir pay vardı benimde hayatımdan,biliyordum. Ve bilmiyordum; belki birileri benden önce bulmuştu beklenen cevapları. Sonra, zaman geçti. Çok zaman. Zaman hep geçer.. Her cevap, yeni bir soru yarattı aklımdaki sana dair düşüncelerin yığıldığı, o ağzını asla düğümleyemediğim, battal boy poşette. Evet. Aklımdaki battal boy poşette sırf sana ait bi düşünce yığını var. Vardı. Ve darmadumandı. Zaptedemediğim. Kelimelerin yerlerini asla belirleyemediğim.Karakterimin düzeni, senli savruklukları toparlamama yetmiyordu ilk kez. Ne karakter ama.. Eksik kaldı konuştuklarım. Ve sustuklarım. Anlattıklarım ve asla anlatamadıklarım. Alışamam dediğim her şeye alıştım. Ve bir gece, güneş doğdu. Göz bebeklerimin içinden, irislerine yayılırcasına parlak. Anladım. Dün ya da yarın yoktu. Kainat, bir kaç asırdan ibaret değildi. Biz yanıldık. Yine. İnsanlar hep yanılır.. Bir gündü kainat. Yalnızca çok uzun bir gün.. Güneşin batması demek, günün bitmesi demek değildi. Güneşin batması demek, güneşin batması demekti. Rüyadan uyanınca yeni bir gün doğmazdı. Rüyadan uyanınca, var olan gün, bir kaç saatliğine aydınlanırdı. Zaten rüya da, hayattan kopmak değildi. Rüya, başka bir boyutta hayata devam etmekti. Bilmiyorduk. Cehaletimizi, sahte bilgeliklerle süslüyorduk aklımızca. Çünkü aklımızın egomuzla sevişebildiği anlar, hazzımızın doruklara ulaştığı o en mükemmel anlardı. Biz işte öyle bilge efendiler sanıyorduk kendimizi. Biz, işte öyle cahil kimselerdik. Gözlerimin kenarları artık beyaz değildi. "Işık, onları kör etti". Bilge efendiler, böyle söyledi. Onlar bilmiyorlardı. Ben ilk kez görüyordum gerçekten, asla var olamayacağını savunduğum gerçekleri.. Görüyordum; Küçükken kötü bir şey olduğunda aynanın karşısında koşup saçlarımın boyuna bakardım. Sonra bi iki cm altını gösterip kendime; "Bak, saçların buraya geldiğinde geçecek derdim. Zaman geçtiği için değil de, saçlarım uzadığı için geçiyorlar sanırdım. Bebeklerimin saçlarını kesip; "Nasıl olsa kökü onda, uzar" diyen bi çocuktum işte. Ya da uyumazsak hiç sabah olmaz sanırdım. Çocuktum. Saftım. Büyüdüm. Ama hep o saflıkla yazdım.. Sonra bir gün deli gibi gün doğuşunu ve yarına dönüşünü merak etmeye başladım. Geleceğe dönüşü.. Ama hep uyuyakaldım. Belki de uyumalıyım dedim. Günün doğmak için, rüyalarıma ihtiyacı vardı belkide? Hayallerimle besleniyordu o kutsal ışık belki de? Uçmalı, ve güneşe dokunup onu uyandırmalıydım. Büyüdüm ben. "Büyüdüm ve işlerin böyle yürümediğini anladım" dememi bekleme. Demeyeceğim. Çünkü işler aynen böyle yürüyordu. Büyüdüm. Ve ben her gece güneşi uyandırdım. Kendi güneşimi. Çünkü benim dünyamda, günler ve güneşler benimdi. Ve ben güneşimi uyandırmazsam, hep kendi karnlığımda kalacaktım. İşte tüm bunları artık görüyordum.. Şimdi, her şeyden vazgeçtim. Savaşmıyordum artık. Kötü bir olgu gerçekleştiğinde, beyninle savaşa girersen her zaman bedenin kaybeder çünkü. Güçsüz düşersin. Kabullenmeyi öğrendim. Kandırmayalım kendimizi. Bilmiyoruz kabullenmeyi. Beceremiyoruz. Tek bir şeyi kabul edebiliyoruz. Ölüm.. Mecburuz. İnkarı yok. "O ölmedi" diyemezsin. Öldü çünkü, görürsün. Kabul edersin. Ve acı çekersin. Ama geçer. Yıllar sonra aklına gelse, yalnızca özlem kalır geriye. Acı değil. Çünkü kabul edip doğal sürecine bırakmışsındır ölümü. Başımıza gelenlere direniyoruz. Bu yüzden yıllar sonra aklımıza da gelse kötü hatıralar, nedensiz yanıyor canımız unutsak bile. Acı çekmekten korkuyoruz. Kabul et. Ve acı çek. Cesaret, için ağlarken gülmek değildi. Bunun adı korkaklığın iki yüzlülüğüydü. Bunu herkes yapıyordu zaten. Bu yüzden bunca maskenin esareti parçalıyor benliğimizi. Anladım. Cesaret, için ağlarken, ağlamaktı. Zaten, ne biliyorduk ki? Belki de başka bir yerde başka bir zamanda rayındaydı her şey. Bilmiyorduk. Binlerce boyutun varlığını inkar edebilir misin sınırsız olan şu kainatta? Binlerce olasılık ve hepsinin yaşanma ihtimalinin varlığı. Şu an yaşamıyoruz. Ama bi yerlerde, hiç bilmediğin bir zamanda, kainatın sonsuz yansımalarından birinde, onlasın. Kainatın tüm kombinasyonlarından birinde, tüm çocuklar çikolata yiyor belki de. Ve herkes mutluluktan ölüyor. Elinden bir şey gelmiyorsa, tek yapman gereken bu kombinasyonun varlığıyla avunmak olmalı. Çünkü sen inanırsan, inancın seni ağlayan bir çocuğa çikolata uzatmaya teşfik edecektir. Ve sen, tüm çocukların çikolata yiyebilmesi için insanlığın sahiplenmesi gereken çabanın sana düşen payını çoktan sahiplenmiş olacaksın. Hey. Nereden geldik bu konuya bilmiyorum. Laf lafı açıyor işte. Velhasıl, kabullendim. Savaşmaktan da debelenmekten de vazgeçtim o boyumu geçmeyen suda. Yüzme bilip yanlış yerde yüzmeye çalışmak gibi. Vazgeçtim. Her şey sende sanıp üzerine titrediğim o çuvaldan bozma poşeti düğümleme düşüncesinden dahi. Her şey sende değildi çünkü. Her şey, bendeydi. Hepsi sizin oldu; ben, hepsi dediğim hiçliğin. Cevaplar arıyordum herkes gibi. Ve yeni sualler. Sonra bir gün doğuşunda çıkıp yürüdüm yolda. Bir gece öncesinde ettiğim duadaydı kısmetim oysa. Bir adam, tanımadığım, sorduğum soruların yanıtlarını fısıldadı ansızın kulağıma. Mutluydum. Bir hakikat daha! Ve dönerken arkama tuttu kolumdan. Bana, onla konuşmamın tesadüf olmadığını söyledi. Bunun bir nedeni olduğunu. Her şey sende sanarken, burnumun dibinde olduğunu gördüm her şeyin. Gitti. Onu yeniden bulmak istedim. Sonra bir ilham daha etti yüreğime yaradan. Onu yeniden görme düşüncesiyle, her şeyin sende olduğuna dair beslediğim inanç kardeşti. İnsanların önemi yoktu. Hakikat, senin onu aradığın koltukların altında değildi. O, seni bulmak isterse bulurdu. Hiç beklemediğin bir anda karşına çıkan yabancıyla. Su verdiğin güvercinle. Ya da başını okşadığın bir çocuğun, sen ardına dönerken kurduğu bi cümle sonunda.. Ben, ben dediğim, senden vazgeçtiğimde buldum seni. Yokken vardın sen bende. Cisminin, hiç bilmediğim yerlerde bulunuşunda.. Dedim ya vazgeçtim. Hepsi senin olsun. Ne aşkın varsa gör bensiz ve hay aşkınla bin yaşa sevgili! Bak; Sıyrıldım ülkemde, yabancı ülke vatandaşlarıyla birlikte bulunduğum metrolarda duyduğum hırsızlık uyarısı anonsunun insanlık adına duyduğum utancından. Açlıktan ağlayan çocuğun yanından kulaklıklarımızla umarsız geçişlerimizden. Hayatı zikirden ibaret çiçeği koparıp, sevgiliye uzattığımız ruhumuzu solduran zamanlardan. Sıyrıldım. Vazgeçtim işte! Vazgeçtim.. Hepsi sizin olsun. Şimdi bir tek özlem kaldı geriye aklımda; sesini beğenmediğimiz o güzel karganın imrenilecek derecede göğe kanat çırpışı tadında.. Tek bir özlem; Güneşin sudaki yansımasını görüp "Anneeee.. Güneş denize düşmüüşş!" diye koşturan çocuğun saflığının olduğu toz pembe bir hayatta; yalnızca kırık oyuncağını yenileme gayesi taşıyan "Paraa buldum kimindiirr, sahibi yoksa beniimdiiirr!" coşkusunun özlemi, çocukluktan bitme.. Ya okur! Bunca his O'na , tüm sözlerim sana.. Bir günlük bu kombinasyonda, sen aşkınla bin yaşa!..

11 Mayıs 2014 Pazar

LABİRENT

Bu hayatta bi yüzsüzlük var. Ve ben tersimi düzümü kaybettim. Ne yöne çevirsem aynı sima. Değişiyor bazen. Ama iki yüzüyle birlikte. Ve bana seçenek bırakmıyor. Sol yanıma örüyo duvarı. Ve diyo ki ya sağdan ya sağdan. Sonra içimdeki küçük adamlar dürtüyo beni. Ne duruyosun diyolar. Yıksana solundaki duvarı. Yık geç. Bi balta beliriyo sanki elimde. Hissediyorum, göremiyorum. Bilmiyolar ki kolumu kaldırcak halim yok. Durup bakmakla yetiniyorum. Ne solumu yıkıyorum ne sağıma dönüyorum. Yerimde sayıp sayıp aynı labirentte dönüyorum. Planı mı olur ağlamanın? Bu akşam eve gidip ağlıycam diyorum. Ama önce vizeleri geçmeliyim. Hesabı mı olur özlemenin? Özliycem bu gece terasta bi sigara yakıp diyorum. Ama önce evi temizlemeliyim. Sistem içinde sistem. Ben o duvarı yıkamıyorum. Sonra diyorum ki gidicem burdan. Programı mı olur kafandaki anlık esintinin? Esiyor, gidicem diyorum. Ama önce annemi öpmeliyim. Ne ağlayabiliyorum. Ne özleyebiliyorum. Ne gidebiliyorum. Labirent diyorum ya. Labirent. Ne yana dönsem, balta elimde bekliyorum.

MENZİL

Bilmiyorum, biliyorum. Ana rahminin yırtıldığı ilk günden beri, o pervasız çabayla söylenmek istenen her şey, işte sadece bu kadar. Sorma Tanrı nerede! Senin her şeyin sevgide. Sor ki sevgi kim diye. Sevgi O'nun elinde. Ara elleri nerede! O'nun eli, yüreğinde. Dön de bak yüreğine. Tanrı senin içinde. Uyandırılmanın bedeli bir kadının vücudundaki kesik, uyutulduğun o beşik için, toprağa saplanan kesik. İlle de sen diye bir kadın, bir karış toprak. Bir kesik, çift kurban uğruna bu menzilde. Öyle ya. Geçme toprak deyip de. Zira gelir de vakti, sarmadan seni uyuyamazsın. Cemali hem bin, hem birdir Hakkın. Binini görür de, o birine varamazsın. Varoluşumdan bu yana, ait olduğum eşik dizinin dibidir Tanrının. Sorma aşk ne kadar? Yok ki bi miktarı. Sen onu Sayamazsın. Ruhumun üryan kaldığı geceler ve yalnız O'na adandığı secdelerde, AŞK, işte tam da o kadar. Hadi anlat anlatabilirsen adanmışlığı! Öper alnın seccadeyi tam şakaklarından da, ruhunun avaz avaz sarhoşluğunda kesseler gerdanından, aşkı kıbleden şaşamazsın.

22 Mart 2014 Cumartesi

BİLMİYORUM, BİLİYORUM.

Anlamadım aslında. Baksana. İyiyim ben. Buralar aynı. Herkes aynı. Her şey aynı. Bi tek İstanbul değişiyo günden güne. Herkes aynı kalırken nasıl oluyor da her geçen gün başkalaşıyor İstanbul, anlam veremeyişlerim bile her gün aynı. Ya da belki de değil. Her şey farklı, herkes fark atıyor kendine günden güne. Her şey durmaksızın değiştiği için belki de, her şey aynı. Ve istanbul her gün doğumu yerinde saydığı içindir belki de, her şeyden farklı. İyi değilimdir belki de. Biliyomuyum? Ne demek ki bilmek? Kendini Tanrı ilan eden firavundan çıkma bi kavramdır belki de zamanında? Ya da hayat zıtlıklarla varsa, hem bilmeli hem bilmemeli mi ayırmamak adına onları? İkisi bir olunca neye dönüşür acaba? Yok olurlar belki de.. Öyleyse, Bilmiyorum. Biliyorum.. Delirir gibi olduğum günler o kadar eskidi ki. Kafa tutmuyorum. Çünkü kafam yetmiyo savunduklarıma. Savunuş biçimim bile değişiyo git gide. Bu kez susuşları oynuyorum. Kenara çekilip izlerken hayatı, kendini gördüğün zamanlar olur ya. Öyle işte. Gülümsüyorum kendime. Uzaktan uzaktan. Başrol diye bi şey yokmuş. Bi ordasın bi burda. Kainat ekip işi. Ya birlikte ya hiç. Değişik. Ama kabullenmek güç değil. Ama "doğru" da değil. Doğru denilen bi kavram var. Onu arayıp durdum kitaplarda. Kitaplar yetmedi. İnsanları okudum. En azından çabaladım. Bi tık fazla geldi. Ama tatmin etmedi. Sonunda bu kavramı, düşünmeyen yaratıkların tapınaklarındaki putlar olduğunu farkettim. Sonsuzluk vardı. Ve doğruyu kabullenmek belki de sonsuzlukta sınıra ulaşmaktı. Ama Saçma. Sonsuzlukta son aranmazdı. Hiç bi zaman doğruyu tam olarak öğrenemeyeceğimi farkettiğimde de artık rahatlamıştım. Bıraktım aramayı. O parça parça gelir diye bana. Hakkaten, öğrenmek. Neydi öğrenmek? Öğrenmek de mutlak değildi öyleyse. Fikir alışverişlerinde bulunmaktı öğrenmek. Başkalarının fikirlerini bünyende toplamak. Ama niye bu kadar önemliydi? Düşünmek ve harmanlayıp üstüne bi şeyler koymak için hammadeye ihtiyacımız vardı çünkü. Bak, bu da çürüdü. Çürüyolar bilgi yığınları. Yenileri yükleniyor. Sonra başkaları o yüklenenleri silip beynimizi güncelliyor. Belki. Belki bunların hepsi saçmalık. Dediklerimin tek kelimesi "doğru" değil belki. Umurumda da değil açıkçası. Kabulum değil zaten hiç biri. Yalnızca aklımdan akıp giden serüvenden bi parça. Saatlerimi aldı yazmak. Aklıma uğrayışlarıysa bi kaç saniye o kadar. Karınca bile değildim kainatta. Çırpınıp durdum. Bilmiyosun. Bilmiyorum. Sütün beyaz olduğunu savunabilirim. Sonra sen onun siyah da olabileceğini söylersin. "Renklerin adını koyan bi kurum mu var?" dersin belki. Ve ben sen benle biraz daha fazla konuşasın diye inat ederim. "Hayır o beyaz." Ne düşüneceğini umursamadan hakkımda. Ve sen ne kadar sabit fikirli olduğumu düşünürsün. Umrumda olmaz. Hangisi egodur acaba? Tek doğrum var. Benim doğrum. Başkaları kabul etmeyebilir. Hep öyle olmuyor mu zaten. Rab her şeydir. Kocaman bi sevgi kütlesi. Tek vücud. Yokluk bile onda bi varlık. Ve o, serpiştirdi ruhunu kainata. Ne kadar muhabbet edersen o kadar başka sıfatlarıyla karşılaşıyosun. Bambaşka insanlarda Rabbin bambaşka parçaları. Puzzle gibi. Birleştikçe güçleniyo yüreğindeki inanç. Bilmiyorum. Belki de o kadar canlıya gerek yok. Tek birinde her şeyi bulabilirsin? Dedim ya. Bilmiyorum. Sadece, sevgi muhabbette, Allah sevgide. Bundan eminim işte. Bu yüzden aptal mıyım? Belki. İnanan bi aptal. Belki herkes aptal bi ben akıllı? Bilmiyorum. Sanmıyorum. Böyle şeyler düşünüyorum hiç bi şey düşünmesemde. Ama engel olamıyorum düşünmeme. Su gibi akıyo aklımdan hepsi. Bana düşünmediğini söyleme şimdi. İnsansın. Aynı mekanizma farklı işleyebilir mi? Biliyomusun bilmiyorum. Bilmediğini de biliyorum. Bilmiyorum. Biliyorum. Bak hepsi çarpıştı yok oldu. Bunca şeyi hiç söylememişim gibi.