19 Eylül 2019 Perşembe

Balık ve Serçe

Bir balık yüzüyor gökte. Kalabalık ona bakmadı. Ama serçe başkaydı..
Gökyüzü kanatlandı denize, deniz yuttu kuşları.
Çok çok derinde. Boşver onları.
Balık serçeyi aradı. Vurgun yemiş serçe. Alabora oldu yer ve gök.
Tuzlu yağmur kuşları ıslattı. Serçe düştü yere. Balık onu aldı, uçtu kuzeye.
Bir mercan gördü, yavaş yavaş bıraktı
Serçe ölmesin diye, balık denizde kaldı..

17 Eylül 2019 Salı

Aç Bir Ölüm İçelim

Annemle babam ben 12 yaşındayken ayrıldı.
Annem 2. evliliğini yaptığında 19 yaşındaydım.
Ona kısa sürede alıştım.
Faruk Babam..
Ama ben bugün başka birinden bahsedeceğim..

Bir gün Cihangir Kahvesinde Faruk Babam, Annem ve ben çay içerken Faruk Babam’ın telefonu çaldı. Kısa bir konuşmadan sonra “Bülent geliyor” diyip telefonu masaya bıraktı. Adını daha önce duymuş muydum acaba? Bülent.. Bülent.. Kafa içi sayıklamalarım arasında
geldi. Zayıf, uzun boylu, uzun saçlı bir adamdı. Saçlarını at kuyruğu yapmıştı. Entelektüel bir havası vardı. Selamlaştılar, oturdu.
Aralarında bir süre ilerleyen muhabbetten sonra “bu ateist herhalde” dedim içimden, “boş boş konuşuyor”.
Her şeye karşı, hep karşıydı Bülent Abi.
Ondan hoşlanmamıştım.
Sonra bizim eve akşam oturmalarına gelmeye başladı.
Faruk Babamın üniversite yıllarından eski bir dostuydu Bülent Abi. Gazeteciydi. Birlikte okumuş, birlikte eğlenmiş, birlikte iş kurmuş, ilk arabalarını almış, nikahlarına şahit olmuş, birbirlerinin çocuklarına amca olmuş, evliliklerini sonlandırmışlardı. Aynı yaşlarda 1 oğlu vardı ikisininde. Nasıl da benziyordu kaderleri.
Bir gün yine saatlerce süren çay gecelerimizden birinde Bülent Abi bir şeylerden bahsediyor bense kafamdaki dogmalarla ona direniyordum. Şu an ne olduğunu hatırlayamasam da, kurduğunda kafamın karanlığında bir yanıp bir sönen şimşekler çaktıran cümlesiyle, ışığı gören tüm nöronlarım bunu memleket meselesi haline getirmiş ve aklımın karanlık odalarında saklanmış korkak sabit fikirlilik canavarlarına karşı bir seferberlik ilan etmişti. O an için büyük direnişimi fark ediverdim. Utandım.
Dikkatim, gün batımını rota edinmiş bir atın, bal yapan arının, çekirdek kabuğu taşıyan bir karıncanın titizliğiyle toplandı üzerinde. İşte oluyordu. Tüm önyargı ve korkumdan sorgulayamadığım dogmalarımı kalkarken unutmamak için yanımdaki, başımı çevirdiğim an görebileceğim yükseklikteki, koltuğun kolluğuna bırakmıştım.
Onu duymuyordum. Onu dinliyordum.
O sustuktan sonra kafamda ona vereceğim cevabı düşünmeden dinliyordum.
Bu zordur. Korkunun ve önyargının bir savunma mekanizması olduğunu anlamak, en önemlisi ise kitap sayfalarının arasında sarhoş olduğun yalnız bir gecede onları inanç kelimesinin altına gizlediğini hatırladığın gün, onun bir rüya olmadığı gerçeğine direnmeyi bırakmak zordur.

Sonrasında tüm akşamlar sabırsızlıkla beklediğim tatlı sohbetler haline geldi. Sivri cümleleriyle tüm öğretileri göğsümdeki önyargılara mızrak gibi giriyordu. Egoma batan dili beni düşünmeye teşvik ediyordu.

Bu şekilde yıllar geçiverdi.
Bir gün hararetli tartışmaların birinde darıldılar birbirlerine. Uzun süre de konuşmadılar.
Ama ben her hafta 1 doz Bülent Abi almaya devam ettim.
Her akşam üzeri gazetelerini alır, Mecidiyeköydeki Murat Muhallebicisinde otururdu.
Ne zaman darlansam ne zaman sıkılsam, ki bu hemen her hafta olurdu. Bazen haftada 2 kez. Hemen Muratta bulurdum kendimi.
Onun öğretilerini dinlemek beni hem dünyanın pisliğinden soğutur, hem de güzellikler inşaa edip tekrar ısınmak için gaz verirdi.
Çok zor beğenirdi Bülent Abi.
Beğendiği şeyler o kadar sınırlıydı ki neler olduğunu sayabilirim size.
Afrika örgüsü kızıl saçlarımla yanına gittiğinde dalga geçeceğini düşünmüştüm. Ama o farklılıkların güzel olduğunu söylemişti.
Blogumun ilk şiirini yazdığımda ki konu edebiyatsa onun beğenisini kazanmakta benim gibi bir amatörün asla şansı olamayacağına kendimi inandırmıştım. Oysa hayretle bakışlarını üzerime yöneltti. “Aferin kızım” diyor gibiydi.
İnsanları yalnızca dinlerseniz, onlarla aynı fikirde olsanız bile, siz ona hayranlıkla bakarken kendinize bu kadar benzeyen bir insanı bulmuş olmanın mutluluğu ile sözünü kesmeye kıyamıyor olmanız, onun sizin aklınızı okuyabileceği anlamına gelmez ne yazıkki.
Ona benzediğimi anlamıştı sanki.
İlk sayfasında onu teşekkürlere boğduğum ilk kitabımı yazıp yanına gittiğimde yüzündeki mahçubiyet ve tevazuyu görmeliydiniz.
Yelda Cumalıoğlu’ndan bahsetti bana. “Onan git. Onu bul. Ne yap et tanış onunla. Ona götür kitabı.”
Götürmeliydim. Abim öyle diyordu.
Tüm rötuşları tamamladıktan sonr kendimi Destek Yayınlarının binasının önünde buldum. İçeri girdiğimde sekreteri randevusuz onunla görüşemeyeceğimi, kitap için randevu ise veremeyeceğini söyledi. Asla yapmayacağım bir şeyi yapıp ona yalvardım. Utançtan yerin dibindeydim. Ama olsun. Abim öyle söylemişti.
Toplantıda olduğunu söylediğinde ona inanmadım. Beni başından atmaya çalışıyor olmalıydı. Öyle çok ısrar ettim ki, acır bakışlarını ilerideki odanın kapısına ok gibi fırlattı. Benimle empati yaptığı her halinden belliydi. Bekle, dedi. Topuklu ayakkabılarının çıkardığı ses uzaklaştıkça heyecanım artıyordu. Kapıyı iki kez tıklatıp araladı. Aman yarabbi! Açık cam olsa kendimi oradan aşağı atabilirdim. Yelda hanım etrafında insanların olduğu büyükçe bir masadan kalkıp kapıya ilerledi. Doğruymuş. Sekreter ona bir şeyler söyledi. Bir anda alev alacağını düşündüm. Oysa gülümseyerek başıyla onayladı. Sekreteri yanıma yaklaşıp Yelda hanımın beni beklediğini söyledi.
Kıpkırmızı olmuştum. Gittim ve onu selamladım. Titreyen ellerimle kitabı ona uzattım. Aramızda kısa bir konuşma geçti. Öyle mütevaziydi ve nazikti ki. Toplantısı için ayırmış olduğu vakti çaldığım için kendimi çok kötü hissetmiştim. Kitabı eline tutuşturup oradan hemen uzamak istiyordum. Oysa bana yalandan bir gülümseme fırlatıp beni kovalayacağına, tüm nezaketi ve her gencin bir umut olduğunun farkındalığı yüreğine işlemiş bir kadının sıcacık bakışlarıyla bana sorular sordu. Beni rahatlatmaya çalıştığı ve bana beni önemsediğini belli etmeye çabaladığı her halinden belliydi. “Kitabı imzaladınız mı” diye sordu. Nasıl yani? “Hayır” dedim. “A asla olmaz bir yazar kitabını mutlaka imzalamalı.” Şaşkındım. “Olur mu Yelda hanım estagfurullah” kitabı tekrar ona uzattım. “Hayır asla olmaz” diye ısrar etti. “Mutlaka okuyacağım. Lütfen imzalayın ve asistanıma bırakın. Çok özür dilerim artık toplantıya dönmem gerek” diyerek teşekkür etti. “Esas ben teşekkür ederim”.. şaşkınlıktan bunu içimden söylemiştim sanırım.
Asistan gülümseyerek bana bir kalem uzattı. Hayatımda hiç kitap imzalamamıştım nasıl oluyordu ki? Bir sınav kağıdı, bir banka evrakı, bir sözleşme imzalarcasına adımı soy adımı yazıp imzaladım. Ne aptalım! Ama evet bülent abi sayesinde, ilk kitabımı Yelda Cumalıoğlu için imzalamıştım.
Bir süre sonra işsiz kaldım. Bülent abi boşluktan içine düştüğüm depresyon ve parasızlıktan beni kurtarmak için bana bir iş ayarladı.
Orada hayatımın gerçek anlamda tek ilişkisini yaşayacağım adamla tanışıp aşık olacak, onunla büyüyecektim. Ve bunu bilmiyordum.
Sonunda ayrılık olsa da..
Bittik. Bülent abiyse tüm o depresyonumda yanımda olmuş, beni düzenli aralıklarla arayıp kontrol etmişti. Bu önemlidir. Ailenden olmayan, iş yeriden olmayan seni her gün görmeyen birinin böyle bir dönemde seni sürekli arayıp önemsediğini bilmek. Ailenin, iş - okul arkadaşlarının farkında olsalar da olmasalar da görünmez bir mecburiyetleri vardır. Onun yoktu.
Bir gün bir senaryomdan bahsettim Bülent abiye. Hollywood kafasında bir şey yazdığımı, bunun yerinin burada olmadığını,bununla alakalı planlar yapmam gerektiğini, harika bir iş çıkardığımı söyledi. Ondam bunları duymak öyle motive ediciydi ki.
Sanırım hepsi bu kadardı.

Faruk Babamın mide kanserini öğrendiğimizde Bülent abiyi aradım. Çok üzülmüştü. Hemen etrafa haber saldı. Ona destek olmak istiyor, Faruk baba ise hasta olduğunu kabullenmek istemiyor ve herkese iyiyim diyor, gelen telefonlara içten içe kızıyordu. Bu zaman zarfında Bülent abinin akciğer kanseri olduğunu öğrendiğimizde üzüntümüz iki katına çıktı. İkisi de korkuyordu.
Kemoterapilerin ardından Faruk Babamın iyileştiğini öğrenmek Bülent abi için de umut olmuştu. Oysa bir ay sonra öğrendik ki kanser akciğerine yayılmıştı. Ayın 12 sinde Faruk babamı Tanrının evine uğurladığımızda, Bülent abi tedavi görüyordu. Cenazeye gelmedi. Onu görmeye gelmeye korktuğunu söyledi. Onu anlamaya çalışıyordum. Hayatta kalma iç güdüsü onu başlarda reddettiği, karşı olduğu radyoterapilere ikna etmişti. O da ne yapacağını bilmiyordu artık.
Üşüttüğü için zayıflayan bünyesi Murata gelmesine engeldi. Onu göremiyordum. Bir dönem Kayseride tedavi gördükten sonra İstanbula döndüğünü öğrenmiştim sonunda. Önceleri kısılmış sesiyle konuşmaya çalışsa da, artık zorlanmaya başlamıştı. Onu yormak istemiyor sadece mesaj atıyordum. Onu görmeme izin vermiyordu. Bu yüzden düzenli aralıklarla mesaj atmakla yetinmek zorundaydım. Hayatımın en zor iletişim kurma çabalarıydı. Ne diyecektim ki? Nasılsın mı? Hah.
Naber napıyosun mu?
Onun yanında olduğumu bilmesini istiyor ama ne yazacağımı da bilmiyordum artık.
Durumunun ne olduğunu sorup diyaloğumuzun bundan ibaret olmasını istemiyordum. Zaten herkes soruyor olmalıydı. Onun için ne de bunaltıcı bir sohbet şekli.. Tam 7 ay geçti aradan. Ayın 12 si gece yarısını geçmişti saat. İçimde anlamlandıramadığım bir huzursuzluk..
Ona yazdım. “Abim, nasılsın? Merak ettim seni?” İletildi. Ama görülmedi.
Hemen oğlu Berenti buldum internetten. İsminin orjinalliğiyle bulmak kolay oldu. Kendimi tanıtıp Bülent abinin durumunu sordum.
Öğlen telefonuma düşen mesajla ben de önünde durduğum yatağımın üzerine oturur vaziyette düştüm. Dizlerim tutmuyordu.
Saatler geçti. Oradaydım. Kalabalığın arasında musalla taşının üzerinde yeşiller giyinmişti. Yaklaştım. “Ben geldim abi.”..

Ah be abi. Nasıl da özledim sohbetini.
Kur masanı ışıklara, Faruk Babamla gelelim.
Soğuksa ısınsın içimiz, bir ölüm aç da içelim.