11 Mart 2023 Cumartesi

Ayın Işığı Yoktur

Biliyorsun YouTube’ da çeşitli videolar çekiyorum. Çekiyordum. Son zamanlarda buna pek istekli olmadığımı görüyorum. Bakalım akış ne getirecek… Videolarımı herkesin anlayacağı bir şekilde çekmeye çalışıyordum. İçeride çok köpüklü olan bir denizi gösterip “bunun içinde balıklar, kestaneler, inciler var, hadi gir de bak” demek yerine; o inciyi, kestaneyi içeriden çıkarıp temizleyip sunmaya çalışıyordum. Çünkü dalmak istemeyenler, denizin üzerine bakıp “ya sen ne anlatıyosun ne incisi ne kestanesi?” diyebilirlerdi. Ve ben gördüğüm şeyi gösterememekten çok korkuyordum. Yargılanmaktan korkuyordum. Ama bugün sadece o denizden bahsetmek istiyorum. Sen içeriye daldığında ne görüp ne alırsan senin kısmetin olsun. “Burada sadece köpük var” dersen, ona da eyvallah. Güneş metaforu üzerinden konuşacağım çünkü onun benim için derin bir anlamı var. Güneşi Yaradana, ayı ise aydınlanmış bir insana benzetiyorum. Ve ayın güneşe tam olarak kulluk ettiğini düşünüyorum bu örnekte. O, koşulsuz hizmette… Güneşin kullanımına kendini bırakandır, ay. Ayın kendi ışığı yoktur, o bir reflektördür. Güneşin ışığını alır ve onu dünyaya yansıtır. Yaradanın senin gözlerinle, ellerinle, ayaklarınla dünyaya akması gibi. Direnci ne kadar bırakırsan, ışığı o kadar akar senden. Ona kul olursun. Seni kullanır. Bu yüzden benim için anlamlı. Konuya dönelim. Üzerindeki bulutları dağıtmak için yıllarca uğraşırsın, o bulutların arasından bir delik ararsın güneşi görebileceğin. Böyle arada gösterir kendini. Hah işte burada dersin, yine bir bulut girer araya. Söversin. Sonra bir daha, sonra bir daha.. Öfkelenirsin sonra. “Ben de kendi güneşimi yaratırım” dersin. Suni güneşler yaratırsın kendine, onların ışığından beslenmeye çalışırsın. Her şey güneşi görmek içindir. Ama bir gün, bir anda olur her şey. Kendi kendine. Güneş üzerine doğar. Ve sen o an tüm yılların emeğinin, o ana kadar yarattığın tüm suni güneşlerin, seni hakiki güneşe hazırladığını anlarsın. Çünkü güneş o kadar parlaktır ki; ona hazırlanmamış gözler için, bakılacak gibi değildir. Ve hazır olduğunda bulutlar dağılır. Senin hiçbir şey yapman gerekmez. Tüm o uğraşın aynı zaman diliminin içinde yer bulmuştur ve o tek bir an yıllar gibidir. Zamanın göreliliği… Göğsünde bir açıklık hissedersin. Sanki göğüs kafesin genişlemiş gibi. Daha çok oksijen giriyordur içeri. Daha hafiftir ama o hafifliği, üzerindeki ağırlık kalkınca anlarsın. Sanki kalbinde damarlar tıkalıymış da tekrar o bölgelerden kan akışı başlamış gibi. Kalbimin açıldığını hissedene kadar, onun kapalı olduğunu bilmiyordum. Bu yolun sonu değil tabii ki. Daha açılacak kaç damar var, göğüs kafesi nereye kadar genişler bilmiyorum. Belki fiziksel olarak olarak değil ama eterik bedende ya da her ne varsa orada, o kadar büyüyordur ki tüm göğü, tüm kainatı kaplayacak kadar; gökte ne kadar yıldız varsa hepsi damarlarından akıyordur. Kaybedenler klübünde bir söz geçiyordu. “Yol bitmez. O, labirentin duvarıdır.” Garip gelebilir ama bu video bana derinden bir huzur verdi. Çünkü gerçekti. Kadının öfkesi ve onun arkasındaki duygular; üzüntü, yetersizlik gibi... Bu gerçeklik çok yumuşak geldi. Onu benim nezdimde gerçek yapansa; Farkındalığı, yüzleşmesi ve kabullenişiydi. İçeridekini cesaretle, en başta kendine karşı dürüstlükle, kaçmadan, açık yüreklilikle özgür bırakmak; ondan özgürleşmenin ilk adımı. Geçmişte kendini çok yargılayan bir insan olarak bugün bu videoyu izlediğimde, birçok yargı kırıntısının hala orada olduğunu gördüm. Parçalamışım bazı büyük parçaları. Rahatlamış biraz, ama hala kırıntılar orada; ben rahatlayan alanlara odaklanıp, bittiler sanmışım. Bahsettiğim kalp açılması hissini yaşadıktan sonra; o kadar huzurluydu ki o alan, çıkmaktan korktum. Ve bazı sesleri bastırdım istemsizce. Duymamaya çalışıp, onları duymadığıma da kendimi inandırmaya çalıştım. Ve bu kadın, bastırdığım korkuları fark ettirdi bana. Kaçtıklarımı. “Ya tekrar öfkelenirsem, ya yine dibe vurursam, ya her şey boşa dönerse ve ben bununla başa çıkamazsam?” Çünkü daha önce defalarca oldu. Ama her seferinde, her düze çıktığımda içeri daha çok oksijen aldığım da bir gerçek. Dolayısıyla korkunun çok da bir anlamı yoktu. Çünkü olacak. Bir daha olacak. Yaratım her zaman faal. Yaradanın işi bu, yaratmak. Güneşin ateşi hep orada. Doğrudan da görsen, dolaylı yoldan da görsen, o hep aynı şekilde orada. Senin içindeki değişim de her zaman faal. “Aa böyle çok iyimiş, ben bunu tutayım” dediğin anda tuzağa düşüyorsun. Yaşadığın bir deneyime yapışıp onunla özdeşleştiğinde, “ben buyum, böyle iyiyim” dediğinde, daha iyi versiyonlarının yolunu kapatıyorsun. Çünkü korkuyorsun. Çünkü biliyorsun, yeni seni yaratmak için eskiyi öldürürken biraz acı çekmiştin. Daha doğrusu acıyı sahte olan çekmişti. Sen hala buradasın. Sahte olan öldü, sen değil. Öyleyse acıyı çeken sen değildin. Sadece öyle sandın. Hala sahte birileri var içeride, “bu benim” dediği sürece. Bir ay olarak; “Ben bunu güneşten almadım, bu benim ışığım” dediğin sürece. Ay ışığı diye bir şey yoktur, o güneşin ışığıdır. Mevzu ise şudur: Ay bunun farkında mı? Yeninin doğması için, eski ölmeli. Ve bunun bir sonu yok. Peki acısız ölüm mümkün mü? Nereden baktığına bağlı. Spiritüel anlamda bir ölümden bahsediyorum… Sahte olanla özdeşleşmediğin zaman, senin için bir acıdan söz edilemez. Zaten o zaman bir “sen” den de söz edilemez; ay ışığı diye bir şey yoktur. Bu huzurlu alana girdiğimde; kaçtığım, beni aşağı çekebileceğini düşündüğüm sesler beni tekrar bir karanlığa sokacak gibi gelmişti ve düşüncesi bile korkunçtu. Halbuki ışık, karanlıktan doğardı. Korkunç olan; o seslere yer açmayıp, onları bastırmaktı. Çünkü onları bastıranın bir arzusu vardı. Ve bir korkusu. Yani “dualitenin” içindendi, “birliğin” değil. Yani sahteydi. Korkunç olan oydu. Çünkü bu bir “ben” bilinci oluşturacaktı. Çünkü bu, “ayın ışığı var” demekti. Sonra bu kadını izledim. Cesareti, eminliği, dürüstlüğü bana ilham verdi. Korkunç olduğunu düşündüğü bir yüzünü saklamaması…. Yargılanmaktan korkmaması. Yüzleşme arzusunun, onaylanma arzusuna galip gelmesi… Onun için ne olacak söyleyeyim... (Ve bunu da dilerim. ) Önce biraz acıtacak çünkü yeni kendini doğurması için eskinin ölmesi gerekiyor. Direnecek o eski. “Bir kimse” olan, ölmek istemez. Bu kadın şu an kimine göre berbat görünüyor olabilir. Ama bunun onun için bir doğum olduğu ve çok daha iyi bir versiyonunu yaratacağı aşikar. Ve garip olan, bir kimsenin acısı; başka bir kimsenin, bir kimse olmaktan özgürleşmesinin yolunu açıyor. Bana verdiği ilham gibi. Birinin cehennemi, hem kendisinin hem başka birinin cennetini doğurabiliyor. Ve bu mükemmel birşey. Görünmez iplerle birbirimize bağlı olduğumuzun bir kanıtı daha. Peki nereye kadar? Nereye kadar öleceğiz? Nereye kadar tekrar doğacağız? Bir kimse olmayı bırakıp tam bir tanıklıkla yaradan tarafından kul’lanılan olana kadar. Ayın bir ışığı yok; anlayana kadar. Ve en sonunda, o “anlayan” da ortadan kalkana kadar. Umarım bu metnin ihtiyaç duyan birilerine bir faydası olur. Belki daha sonra biraz daha açarım burayı. Ama başında da dediğim gibi; bugün sadece o köpüklü denizden bahsetmek istedim. Artık içeriden kim ne alırsa, kimin ne kadar kısmeti varsa… Rastgele. Epicsi | 27.09.2022 | 23.45

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder